EÄŸitim Kurumu   ( 2141 )   Kitaplarda   ( 1659 )   Yazarlarda   ( 4831 )  
Dergilerde   ( 786 )   Kütüphanelerde   ( 151 )   Åžehirlerde   ( 182 )  
Makalelerde   ( 2196 )   Multi Media   ( 323 )   Fetvalar   ( 895 )  
Hit
9129104
Üye 1490
Online Üye 0
Yazar Arama
Uzmanlık Alanları
............
Ahilik Kültürü Uzmanı
Akaid
Antropoloji
Arap Dili ve Belağatı
Arapça
Araştırmacı-Yazar
Arkeoloji
Asker
Astroloji
Astronomi
Atatürk İlkeleri
Beste
Bestekâr
Bibliyografya
Bilgi ve Belge Yönetimi
Bilim Tarihi
Biyografi
Bürokrat
CoÄŸrafya Bilgini
Cumhuriyet Tarihi
Çeviri
Çocuk Edebiyatçısı
Deneme Yazarı
Deniz, Harita
Devlet Adamı
Dil Araştırmacısı
din
Din Bilimleri
Din EÄŸitimi
Din Felsefesi
Din Musikisi
Din Psikolojisi
Din Sosyolojisi
Dini Gruplar
Dinler Tarihi
Divan ÅŸiiri
Dramaturg
Ebru Sanatı
Edebiyat
Edebiyat Araştırmacısı
Edebiyat Tarihi
EÄŸitimci, Yazar
Ejiptoloji
Ekonomist
Eskiçağ Tarihi
Fars Dili Edebiyatı
Felsefe
Felsefe Tarihi
Felsefe ve Din Bilimleri
Fen İlimleri
Feraiz
Fıkıh
Filoloji
Fizik
Folklor Araştırmaları
Fotoğraf Sanatçısı
Fütüroloji
Gazeteci, yazar
Grafiker
Haberci
Hadis
Halk Bilimi
Halk Ozanı
Halk Åžairi
Halkla İlişkiler
Hat Sanatı
Hekim ve fikir adamı
Hikâye ve Roman Yazarı
Hikâye Yazarı
Hititoloji
Hukuk
Hükümdar
İktisat
İlahiyat
İslam Bilimleri
İslam Felsefesi
İslâm Hukuku
İslam İktisadı
İslam Mezhepleri Tarihi
İslam Sanatı
İslam Tarihi
İslam Tarihi ve Sanatları
İslâmi Bilimler Araştırmacısı
İslami İlimler
İslam-Türk Medeniyeti Tarihi
Kelam
Kelam araştırmacısı
Kıraat ilimleri
Kimya
Kuran-ı Kerim
Kültür Araştırmacısı
Kürdistan Ehli Sünnet Alimi
Kütüphanecilik
Latin Dili ve Edebiyatı
Mantık
Matematik
Mevlevi Åžeyhi
Mevlidhan
Mezhepler Tarihçisi
Mezhepler Tarihi
Mimarlık
Mitoloji
Mûsîki
Mutasavvıf, İslâm Bilgini
Müftü
Müzik
Müzikoloji
NakkaÅŸ
Nesih
Nestalik
Nümizmatik
Ortaçağ Tarihi
Oryantalist
Osmanlı İdari ve İktisadi Tarihi
Osmanlı Müellifi
Osmanlı Tarihi
Oyun ve Roman Yazarı
Öykü Yazarı
Papaz
Politika
Psikoloji
Reisu'l-Hattatin
Reisü'l-Kurra
Resim
Sanat Tarihi
Sanatçı
Saz Åžairi
Senarist
Ses Sanatçısı
Sihirbaz
Siyaset
Siyaset Adamı
Siyaset Bilimi
Sosyal Bilimler
Sosyal Psikoloji
Sosyolog
Sosyoloji
Sözlük
Sümerolog
Süryani Dili ve Edebiyatı
Şarkı Sözü Yazarı
Åžiir
Åžiir
T. E.
Tarih
Tarih ve Halkbilimi Araştırmacısı
Tasavvuf
Tefsir
Temel İslam Bilimleri
Teoloji
Tezhip Sanatı
Tezkire Yazarı
Tıb
Tiyatro
Toplumbilim Araştırmacısı
Türk Dili ve Edebiyatı
Türk Din Musikisi
Türk İslam Edebiyatı
Türk İslam Sanatları Tarihi
Türk Lehçeleri Araştırmacısı
Türkçe
Türkoloji
Yakınçağ Tarihi
Yakınçağ Tarihi ve İktisat Tarihi Araştırmacısı
Yeni Çağ Tarihi
Yönetmen

Görevler
......
Akademisyen
Allame
Arap din bilgini
Araştırmacı
Arkeolog
Arkeoloji
Arşiv uzmanı
Asker-Komutan
AteÅŸe (Din Hizmetleri)
Atom mühendisi
Avukat
Bakan
Bankacı
BaÅŸbakan
Başdanışman
Belediye Başkanı
Bestekâr
Bilim adamı
Bürokrat
Cemaat Lideri
Çevirmen
Danışman
Defterdar
Dekan
Dekan Yrd.
Dersiam
Devlet Adamı
Devlet Başkanı
Din Hizmetleri Müşaviri
Din İşleri Yüksek Kurulu Üyesi
Din Psikolojisi
Dinî musiki
Diplomat
Divan Katibi
Divan Åžairi
Diyanet İşleri Başkanı
Eczacı
Edebiyat Tarihçisi
Edebiyatçı
Editör
Ekonomist
el Ezher Åžeyhi
Elçi/Sefir
Fakih
Filozof
Gazeteci
Halife
Hanende
Haremağası
Hatip
Hattat
Hekim
Hekimbaşı
Hoca
Hukukçu
Hükümdar
İlahiyatçı
İlim Adamı
İmam
İmar Müdürü
Jeolog
Kadı
Kadıasker
Kaptan-ı Derya
Karikatürist
Kâtip
Kaymakam
Kelâmcı
Kimya Müh.
Kur'an mütercimi
Kültür Bak. Dış İlişkiler Gnl Müd.Yard.
Kütüphaneci
Memur
Mesnevi Yorumcusu
Milletvekili
Milli Eğitim Müdürü
Mimar
Molla
Muallim
Muhabir
Muhaddis
Muhasebeci
Mutasarrıf
Mutasavvıf
Müctehid
Müderris
Müdür
Müezzin
Müfessir
Müftü
Müftü Yrd.
Mühendis
Mühürdar
Müşavir
Müzehhip
Müzikolog
Neyzen
Nümizmat
Okutman
Oryantalist
Osmanlı Müellifi
Öğretim Görevlisi
Öğretim Üyesi
Öğretmen
PadiÅŸah
PaÅŸa
Pedagog
Pilot
Piskopos ( Hristiyan Din Adamı)
Psikolog
Redaktör
Reisu'l-Hattatin
Reisü'l-Kurra
Reisülküttab
Rektör
Ressam
Sadrazam
Sanat Tarihi
Seyyah (Gezgin)
Sinema
Siyasetçi
Sosyolog
Süryani Din Adamı
Åžair
Åžeyh
Şeyhülislam
Tabip/Doktor
Tarihçi
Tasavvuf Åžeyhi
Tercüman
Teşrifatçı
Ulum-i Diniye
Vaiz
Vakanüvist
Vali
Veteriner
Veziriazam
Yargıç
Yazar


Peyami Safa

 Yazar Detayı Yazar No : Y- 1285  
Künyesi/Titri Lakabı Tabakası E-mail
19yy.
Doğum Yeri Tarihi Ölüm Yeri Tarihi
Gedikpaşa / İstanbul 1899 İstanbul 1961
Görev Aldığı Eğitim Kurumu Mezun Olduğu Eğitim Kurumu
   
Görevi Uzmanlık Alanı
Yazar, Öğretmen, Edebiyat, Gazeteci, yazar, Öykü Yazarı, Oyun ve Roman Yazarı,
BildiÄŸi Diller Mezhebi
Arabça, Osmanlıca, Fransızca, İtikadı: Ehli Sünnet,
       
Yazar No: 1285 Hit : 7097 Hata Bildirimi Tavsiye Et

   Yazara ait Kitaplar E-Kitaplar Makaleler Åžiirler Hikayeler Fetvalar
   Yazar Hakkındaki Tanıtım Kitapları Tanıtım Makaleleri        

Yazarın Kitapları
# Kitap Adı

Yazarın E-Kitapları
# Kitap Adı

Yazarın Makaleleri
# Makaleler Adı

Yazarın Şiirleri

Yazarın Hikayeleri
Yazarın Fetvaları
# Fetva Başlık

Yazar Hakkındaki Tanıtım Kitapları
# Kitap Adı

Yazar Hakkındaki Tanıtım Makaleleri
# Makaleler Adı

Hayat Hikayesi

Peyami Safa
Çömez, Safiye Peyman, Serâzad, Server Bedî takma adlarını da kullandı.
Aile dostu olan Tevfik Fikret ona Osman Peyami adını verdi,
İki yaşında iken, babası şair ismail Safa'nın sürgünde olduğu Sivas'ta ölmesi nedeniyle çocukluğu annesi, kardeşi İlhami ve akrabalarının yanında geçti.
Annesi Server Bedia Hanım, dedesi bir divan dolduracak kadar şiir yazmış olan Trabzonlu Mehmed Behçet Efendi'dir.
Amcası Ahmed Vefa, lirik şiirleri ile duyarlıklı bir şair olacağını duyumsatırken cinnet geçirerek genç yaşta öldü.
Diğer amcası Ali Kâmi Akyüz'ün eğitimle ilgili kitapları, çeviri romanları vardır. Ağabeyi ilhami Safa şiirle uğraştı ve gazetecilik yaptı.
Peyami Safa, ilköğrenimine Gedikpaşa'da Menbau'l-İrfan İptidai Mektebinde (ilkokul) başladı.
Dokuz yaşında iken sağ kolunda başlayan ve uzun yıllar tedaviyi gerektiren bir mafsal rahatsızlığı nedeniyle çocukluk yıllarını hastanelerde ve doktorlara gidip gelerek geçirdi.
Bu yüzden bedence gelişmesi de emsallerinden geri kaldı ve Vefa İdadisinin rüştiye (ortaokul) kısmına başladıysa da (1910) bitiremedi.
Hastalığı ve geçim sıkıntıları öğrenimine imkân vermediğinden kendi kendisini yetiştirdi. Henüz on üç yaşında iken çalışmak zorunda kaldı.
Açılan bir sınavı, kazanarak Posta Telgraf Nezareti (Bakanlığı) Muamelât Kalemine memur olarak girdi (1914).
Bu arada, Abdullah Cevdet'in hediye ettiği Petit Larousse'u, daha çok kendi gayretiyle ve adeta ezberleyerek Fransızca öğrendi.
Değişik alanlarda yaşıtlarının çok üzerinde bilgi ve kültür sahibi oldu.
Bilgisi ve yazı yazma yeteneği nedeniyle, M. Raif Oğan'ın Vaniköy'deki özel Rehber-i İttihad Okuluna önce mubassır (öğrencilerin disiplinini gözleyen görevli), daha sonra öğretmen olarak kabul edildi.
Bir süre de Düyun-ı Umumiye (devletin borçlarını tahsil eden daire)'de (1914-18) çalıştı.
Daha sonra ağabeyi İlhami Safa ile birlikte Yirminci Asır adlı akşam gazetesini çıkararak (1919) gazeteciliğe başladı.
1937'de Ayşe Nebahat Erinçle evlendi.
Peyami Safa; Türk Musikisi Federasyonu, Güzel Sanatlar Birliği, Türk Felsefe Cemiyeti, Türk Dil Kurumu, Türk Edebiyatçılar Birliği gibi sanat ve kültür kuruluşlarında kurucu ve faal üye olarak görev aldı.
Son aylarında Demokrat Parti iktidarının icraatını savunduğu için, 27 Mayıs 1960 hükümet darbesinden sonra ağır suçlamalara maruz kaldı.
Üyesi olduğu Türk Dil Kurumu ve Türk Edebiyatçılar Birliğinden bu görüşleri sebebiyle çıkarıldı.
1961'de  Erzincan'da yedek subay öğretmen olarak görev yapmakta olan tek çocuÄŸu Merve Safa'yı kaybettikten birkaç ay sonra, bir kalp krizi sonunda İstanbul Çiftehavuzlar'da bir dostunun evinde öldü.
Mezarı Edirnekapı Şehitliğindedir.
Yirminci Asır'da. "Asrın Hikâyeleri" genel başlığı altında yayımladığı hikâyelerle dikkati çekti.
Cumhuriyet gazetesinin edebiyat sayfasını yönetti ve 1940 yılına kadar bu gazeteye hikâye, makale ve günlük fıkralar yazdı.
Şimşek (1926), Dokuzuncu Hariciye Koğuşu (1929), Bir Tereddüdün Romanı (1932), Biz insanlar (1937). romanlarının da Cumhuriyet'te tefrika etti.
Daha sonra hikâye, roman, makale ve fıkra yazarı olarak verdiği eserlerle döneminin en verimli ve özellikle roman alanında usta edebiyatçıları arasında yer aldı.
1940'ta Cumhuriyet'ten ayrılarak önce Tasvir-i Efkâr (1940), o kapanınca Tasvir (1944), daha sonra Vakit (1946), Ulus (1949), Milliyet (1954), Tercüman (1959), Havadis (1960), Son Havadis (1961) gazetelerinde yazıları çıktı. Bu arada Çınaraltı ve Büyük Doğu dergilerinde de makaleleri yayımlandı.
Polisiye bir çocuk romanı olan ilk kitabı Bir Mekteplinin Hatıratı 1913'te yayımlandı.
Alemdar gazetesinin açtığı bir yarışmaya gönderdiği hikâyenin birincilik kazanmasıyla adını basında duyurdu (1920).
Bu tarihten itibaren mesleği ve geçim kaynağı hemen tümüyle yazarlık oldu. Son Telgraf, Tercüman-ı Hakikat, Tasvir-i Efkâr gibi gazetelerde çalıştı ve yazı yazdı. Roman ve hikâyeleri de arka arkaya tefrika edilmeye ve kitap olarak yayımlanmaya başladı.
İlk edebî romanı Sözde Kızlar'ın bir kısmı Serâzad takma adıyla Sabah gazetesinde tefrika edildikten (1922) sonra kitap olarak basıldı (1923) ve büyük ilgi gördü.
İşgal ve Millî Mücadele yıllarında istanbul'un kendi zevkinde olmasını konu alan roman, Cumhuriyetin ilk yıllarının heyecanlı atmosferi içinde Ertuğrul Muhsin tarafından filme de alındı (1924).
Sırf geçim kaygısı ile yazdığını kabul ederek yayımladığı macera romanlarında Server Bedi imzasını kullandı.
Birkaç kez basılan ve hemen her kuşak tarafından okunmuş olan Cingöz Recai gibi polisiye romanları dizisinin ilk kitaplarım da 1924'te yayımladı.
Kendi adıyla yayımladığı ve olaydan çok psikolojik çözümlemelere ağırlık verdiği romanları içinde en ünlüsü otobiyografik özellik taşıyan Dokuzuncu Hariciye Koğuşu romanıdır.
Bu romanı adına ithaf ettiği Nâzım Hikmetle daha sonra tümüyle farklı düşüncelere sahip olmaları nedeniyle verdiği kalem kavgası ünlüdür.
Yazı hayatının ilk yıllarından itibaren Cenap Şahabeddin, Ahmet Haşim, Necip Fazıl, Aziz Nesin gibi yazarlarla polemiklere de girdi.
Bazı şiir denemeleri bulunduğu biliniyorsa da, şiir yazmaktan çok kısa zamanda vazgeçti.
Batı-Doğu muhasebesine ağırlık verdiği Fatih Harbiye, Sözde Kızlar, Bir Tereddüdün Romanı, Matmazel Noralya'nın Koltuğu, Yalnızız öteki önemli romanlarıdır.
Ağabeyi ile birlikte önce magazin tarafı ağır basan Hafta (1934-35), daha sonra basın tarihimizde önemli bir sanat ve edebiyat dergisi olan Kültür Haftası'nı (1936, 21 sayı) yayımladı.
Türk Düşüncesi (1953-60, 63 sayı) dergisini de çıkarmış olan Peyami Safa, son olarak Son Havadis gazetesinin başyazarlık yapıyordu.
Anısını yaşatmak amacıyla adına 1974 yılında düzenlenmeye başlanılan Peyami Safa Roman Yarışmasına 1978 yılında son verildi.
Peyami Safa'nın Türk romanına getirdiği asıl önemli yenilik, romanın teknik ve teorik açılımları ile bunları romanlarına yansıtmasındadır.
Türkiye'de anlatım tekniklerinin henüz konuşulmadığı yıllarda özetleme ve anlatımdan göstermece doğru gidişin, anlatıcı ve bakış açısının önemini kavrayarak, "yazar anlatıcıyı" romanın içinden tamamen çıkarmasıdır.
Ayrıca psikolojik çözümlemeden başlayarak karmaşık ruh durumlarım iç monolog, iç diyalog, bilinçakışı gibi tekniklerle ve bu tekniğin gerektirdiği sağlam bir dil yapısıyla vermenin de ilk büyük ustası oldu.
Berna Moran'a göre, Peyami Safa romanlarında belli şablonlar vardır. Bu şablonlar özetle, bir aşk çevresinde üç erkek bir kızdan oluşur.
Erkeklerin biri Batıyı, öteki Doğuyu temsil ederken üçüncüsü yazarın fikirlerini temsil eder. Aşkın platonik içeriği yüceltilirken, cinsellik hor görülür.
Roman kişilerinin şahsındaki çatışmayı Doğuyu temsil eden taraf kazanır.
Başta Cingöz Recai olmak üzere; Çekirge Zehra, Tilki Leman, Kartal İhsan dizilerinden pek çok polis romanı, ders kitapları, küçük biyografiler, Fransızcadan roman çevirileri, Tasvir Neşriyatı'nın "Kimdir? Nedir?" dizisinden halk için doktrin kitapları yazdı.
Beşir Ayvazoğlu, çoğunluğunu takma adlarla yayımladığı büyük-küçük bütün kitaplarının sayısının beş yüze vardığım söylemektedir.
"Peyami Safa'nın asıl ustalığı romanlarında görünür.
Türk romanında birçok ilkleri başarıyla denemiş olması dışında çeşitli yazılarıyla bu türün gelişmesi, tenkidi ve kendi romanı hakkında dikkate değer teorik çalışmalar da yapmıştır.
Hiçbir Türk romancısı, roman teorisi ve tekniği üzerinde onun kadar ısrarla ve teferruatlı olarak durmamıştır. Romanı, "fert ruhunun olduğu kadar cemiyetin de aynası" tarifi üzerine kuran Peyami Safa böylece, ilk romanlarını verdiği dönemin anlayışında yeni bir terkibin habercisi olur. Servet-i Fünun ve onun devamı görünümünde olan Fecr-i Ati romanının aşın ferdi ve hissi tarafıyla İkinci Meşrutiyet'ten sonra başka bir yönde gelişen Milli Edebiyat romanının toplumcu eğilimlerini birleştirmek.
BaÅŸta Sözde Kızlar olmak üzere ÅžimÅŸek, MahÅŸer, Canan ve Bir AkÅŸamdı romanları bu terkibin ilk denemeleridir. Henüz otuz yaşına varmadığı bir dönemin mahsulleri olan ve bazı kusurları olduÄŸunu kendisinin de kabul ettiÄŸi bu romanlarda aÅŸk, kıskançlık, ihanet gibi kiÅŸiler arasındaki huzursuzluk ve çatışmaların arasında Sözde Kızlar'da, MahÅŸer'de ve Bir AkÅŸamdı'da olduÄŸu gibi ön planda veya Canan'da olduÄŸu gibi arka planda toplum meseleleri yer alır.. Olgunluk dönemindekiler de dahil olmak üzere hemen bütün romanlarında kahramanların birbirleriyle olan iliÅŸkileri kadar Türk toplumunun içinde bulunduÄŸu sıkıntılar bazen eserin tezini belirleyecek seviyede ortaya çıkar. Canan'da ve Dokuzuncu Hariciye KoÄŸuÅŸu'nda Birinci Dünya Savaşı'nın, Sözde  Kızlar,  ÅžimÅŸek,  MahÅŸer,  Bir AkÅŸamdı, Bir Tereddüdün Romanı ve Biz İnsanlarda Mütareke döneminin siyasi ve sosyal olaylarıyla romanının zaman ve mekân fonunu oluÅŸturan yazar, Fatih Harbiye, Matmazel Noralya'nın KoltuÄŸu, ve Yalnızız'da ise Cumhuriyet döneminin devrimler ve BatılılaÅŸma gibi meselelerini irdeler." (Prof. Dr. Orhan Okay)
"Peyami Safa'mn romanlarında frengi, verem, ruhsal bozukluk gibi hastalık imgeleri, aslında toplumsal yozlaşmanın manevî düzeydeki simgelerini oluşturmaktadır.
Sözde Kızlar'ın Batı hayranı kahramanı Behiç frengilidir. Bu romanın kişilerinden Salih, kızkardeşi Belma'nın yaşadığı olayları öğrenince çıldırır. Bir Akşamdı'da Sermet ve Şükrü veremden ölürler.
Dokuzuncu Harbiye Koğuşu'nun kahramanı kemik hastalığına yakalanmıştır. Matmazel Noraliya'da Nilüfer veremdir, Ferit'in annesi' ve kızkardeşi de veremden ölür.
Yalrazız'da Nail Bey'de üre vardır. Biz İnsanlarda Vedia menenjite yakalanır vb.
"ölüm düşüncesi de Peyami Safa'mn romanlarının temel izleklerinden birini oluşturmaktadır. Kimi kahramanları intiharı tasarlar, kimi kahramanları cinayet işler. Sözde Kızlar'da Behiç çocuğunu, Şimşek'se dayısı Sacid'i öldürür. Suçluluk ve günah duygulan içinde yaşayan kişiler bir türlü huzura eremezler, ölmeyi ve öldürmeyi seçerler. Ama yaşadıkları toplumdur onları hastalıklı eden ve ölüme yönelten." (Ahmet Oktay)
"Onu hadiselerinden ziyade, hadiselerin arkasında yatan gizli sebepler ve onların delâlet ettiği mânâlar ilgilendirirdi. Didikleyici bir zekâ içinde ve dışındaki arayışlarla yorulmayan uyanık bir dikkat, en malumu bile tah-kiksiz, hiç değilse tahkik imkânlarını yoklamadan benimsemeyen bir iz'an; şüpheci, bazen şüphe etmekten şüphe edecek derecede hakikatleri mıncıklayan, fakat şüphelerinde boğulmayacak kadar sabırlı ve metodlu bir sağlam muhakeme; her meseleye çeşitli perspektiflerden bakabilen bir felsefi kıvraklık ve alelade zihinleri şaşırtıcı, düşünen kafaların ise hayranlığını celbedici bir teşhis ve hükme bağlayış inceliği Analitik bir zekâ, fakat terkiplere varabilen bir zihin yapısı, bir artist mizacı.
Bütün buhranların, bütün beşeri iç çalkantılarını koyu koyu yaşayan bir his ve duyuş zenginliği. Fakat kader eksiklikleri ile boğuşa boğuşa bilenmiş bir irade ile "demon"unu zaptetmeye çalışan azimli bir ruh!" (Recep Doksat)
"Peyami Safa, Biz însanlar'da bir 'inkıraz' olgusuna, bir ahlâk, karakter ve inanç buhranına dikkat çeker.
Biz insanlar'ın, Orhan'ın materyalizm ve Marksizmden idealizme doğru evrilmesinin hikâyesi, bu anlamda bir 'bilinçlenme romanı'olduğu söylenmiştir. Mutaassıp ve müsamahasız bir babanın çocuğu olan Orhan bu 'patriarkal tazyike' isyan ederek materyalizme yönelir: İçtihat ve Zekâ mecmuaları, Teceddüd İlmî Felsefî Kütüphanesinin kil renkli sarı kapakları, Madde ve Kuvvet. Ancak bir noktada bütün hayatını, bütün geçmişini, mukadderatını o ana kadar idare eden bütün fikirlerini, bütün istikbalini yeniden düşünmek ihtiyacını duyar.
Vedia'ın uyandırdığı duygular ve Necati'nin telkinlerinin etkisiyle materyalist düşüncelerinden sıyrılmaya başlar.
Ancak bu sürece yazarın açıkça söylemediği, ama sezdirdiği bir inkıraz süreci de eşlik etmektedir." (Tamer Erdoğan)

ESERLERİ:

HİKÂYE:

  • Bir Mekteplinin Hatıratı (1913),
  • Karanlıklar Kralı (1913),
  • İstanbul Hikâyeleri (1919),
  • GençliÄŸimiz (1922),
  • Siyah Beyaz Hikâyeler (1923),
  • AÅŸk Oyunları (1923),
  • Süngülerin Gölgesinde (1924),
  • AteÅŸ Böcekleri (1925),
  • Hikâyeler (toplu 103 hikâye, haz. Halil Açıkgöz 1980).

ROMAN:

  • Sözde Kızlar [1923), MahÅŸer (1924),
  • Bir AkÅŸamdı (1924),
  • Canan (1925),
  • ÅžimÅŸek(1927),
  • Dokuzuncu Hariciye KoÄŸuÅŸu (1930, Salih Diriklik'in yönetmeni olduÄŸu TV dizisi olarak televizyonda gösterildi),
  • Atilla (1931),
  • Fatih Harbiye (1931),
  • Bir Tereddüdün Romanı (1933),
  • Matmazel Noralya'nın KoltuÄŸu (1949),
  • Yalnızız (1951),
  • Biz İnsanlar (tefrika 1937, bas. 1959).

SERVER BEDİ ROMAN SERİSİ (Başlıcaları):

  • Karım ve Metresim (1927),
  • Sabahsız Geceler (1934),
  • Hep Senin İçin (1934),
  • Sinema Delisi Kız (1935),
  • Çalınan Gönül (1935),
  • Cumbadan Rumbaya (1936),
  • Serseri (1936),
  • Dizlerine Kapansam (1937),
  • Korkuyorum (1938),
  • Uçurumda Bir Genç Kız (1940),
  • Rüya (1941),
  • Deli Gönlüm (1942).

DENEME-İNCELEME:

  • Türk İnkılabına Bakışlar (1938),
  • Büyük Avrupa Anketi (1938),
  • Felsefî Buhran (1939),
  • Millet ve İnsan (1943),
  • Mahutlar (1959),  
  • Sosyalizm (1961),  
  • Mistisizm (1961),
  • Nasyonalizm (1961),
  • DoÄŸu-Batı Sentezi (1963),
  • Osmanlıca-Türkçe-Uydurmaca (1970),
  • Sanat-Edebi-yat-Tenkit (1970),
  • Din-İnkılap-İrtica (1971),
  • Yazarlar, Sanatçılar, MeÅŸhurlar (1976).

OBJEKTİF SERİSİ: 

  • Objektif 1 Osmanlıca Türkçe Uydurmaca (1970),
  • Objektif 2   -Sanat   Edebiyat   Tenkit (1971),
  • Objektif 3 - Sosyalizm Marksizm  Komünizm  (1971),  
  • Objektif 4-Din İnkılâp İrtica (1971),
  • Objektif 5-Kadın AÅŸk Aile (1973),
  • Objektif 6 -Yazarlar Sanatçılar MeÅŸhurlar (1976),
  • Objektif 7 - EÄŸitim Gençlik Üniversite (1976),
  • Objektif 8 - Yirminci Asır Avrupa ve Biz (1976).
  • Eserlerinin yeni baskıları ötüken Yayınevince yapıldı.

PEYAMİ SAFA ROMAN KAHRAMANİ
Sevinç Çokum
Peyami Safa, bizim evde Necip Fazıl, Orhan Seyfi Orhon gibi isimlerin yanında daha özel yeri olan, ruhça daha fazla tanışıklığımızın bulunduğu bir yazardı. Onun yazılarını lise çağlarımda babamın yöneltmesiyle okurdum, hatta bazen o, yüksek sesle kendisine okumamı isterdi.
Sonraları belki bizim evin Demokratlara daha da doğrusu Menderes'e ilgi duyması ve Peyami Bey'in o çizgide yazılarının bulunması sebebiyle aramıza mana olarak da karıştı.
Ailenin bir parçası oldu diyebilirim. Babam onun daha da eskilerde Server Bedi imzasıyla çokçası geçim için yazdığı Cingöz Recaileri'ni okumuştu, sırası geldikçe sözünü ederdi.
Son Havadis'ten kestiğim birkaç yazısını saklamıştım, hala saklarım, solup buruşmalarına rağmen.
'Bir bakkal dükkanındaki eşya, oraya giren roman şahıslarından her birinin maksadına göre, mesleğine göre, mizacına göre değişir.
Telefon etmek için dükkana giren adamın gördüğü eşya, sardalya almak için girenin gördüklerinden ve görüş tarzlarından başkadır.
Harici dikkati gelişmiş bir adamla dalgın ve içine kapanık bir adamın görüşleri başkadır. Roman bu farkları belirttiği zaman canlı ve doğrudur. Bu farkları ortadan kaldırıp her müşahede ve tasvirde romancının görüşünü bize veren eser sahte ve cansızdır.' Diyordu.
Böylece kendi romanının da açıklamasını yapmış oluyordu. Kahramanların realiteye uygunlukları meselesi... Peyami Safa yalnız romancılığıyla değil, düşünür yanı, materyalizm karşıtı kişiliği, ruh bilimine yatkınlığıyla da bilinir. Fakültedeyken sınavlarda sorulmayacağı halde, hatta üzerinde durulmamış yazarlardan biri durumundayken çoğu romanını ve Doğu Batı Sentezi'ni açlıkla okuduğumu biliyorum...
Okuyucunun genel olarak haberdar olduğu Dokuzuncu Hariciye Koğuşu, Yalnızız, Fatih Harbiye bir yana Matmazel Noralya'nın Koltuğu ve Bir Tereddüdün Romanı daha başka izler bırakmıştı bende.
Yaşanmışlığı bulmuştum onlarda, insanın iç dünyasındaki bilmeceleri. Sonraları Ötüken yayınlan tarafından yayımlanan makalelerini daha etraflıca okudum. Karanlığa direnen Yıldız Oğlu Merve'nin ölümü ardından birkaç ay sonra onun vefat edişiyle bizim aile de derinden sarsılmıştı.
15 Haziran 1961... Ben ve ablalarım o zamanlar oturduÄŸumuz Yıldız Posta Caddesindeki evimizden cenazesine katılmak üzre yola düştüğümüzde Peyami Safa'yı ileride bir romanıma kahramanlardan birisi olarak alacağımı düşünmüyordum doÄŸrusu.                                                                                
Bu bağ ve yakınlık o derece sağlammış ki, Peyami Safa, vefatından 35 yıl sonra yazdığım Karanlığa Direnen Yıldız adlı romanınım kişilerinden oldu.
Ben bir dönemi 27 Mayıs'ın asker halkası dışında halka yansımış şeklini, özellikle kahramanlarım üzerindeki etkilerini anlatırken Peyami Safa'yı da canlılık vereceği düşüncesiyle öteki kişilerin arasına katmıştım.
O günleri bana anlatanlar arasında gazeteci birkaç büyüğüm de vardı. Peyami Safa için kitapları bulunan Ergun Göze, Peyami Safa'nın kitaplarını onun sağlığında bir ara basma gayreti gösteren Peyami dostu İrfan S. Atagün ve onu yakından tanıyan Ömer Öztürkmen... Onları dinledim, hala teyp bantları durur bir kenarda.
Sözlü anlatımlar ve kaynaklar benim için ayrı bir değer taşır çünkü.
Peyami Safa'yla ilgili çalışmalarda Karanlığa Direnen Yıldız Romanı'nın atlanması eksiklik olur düşüncesindeyim.
Onun varlığında şu gerçekte ortaya çıktı. Değerli olan, bütün karşıtlıklara, üstü karalamalara rağmen birgün mutlaka asıl yerine oturtuluyor.
Peyami Safa artık her kesimin kabullendiği bir yazar.
(Tercüman, 14.6.2006)


PEYAMİ SAFA
DOKUZUNCU HARİCİYE KOĞUŞU SOFANIN BANA SÖYLEDİKLERİ
Kenar mahalleler. Birbirine ufunetli adaleler gibi geçmiş, yaslanmış tahta evler. Her yağmurda, her küçük fırtınada sancılanan ve biraz daha iğrilip büğrülen bu evlerin önünden her geçişimde, çoğunun ayrı ayrı maceralarım takib ederim. Kiminin kaplamaları biraz daha kararmıştır, kiminin şahnişi biraz daha yumrulmuştur, kimi biraz daha öne doğru iğrilmiş, kimi biraz daha çömelmiştir; ve hepsi hastadır, onları seviyorum; çünkü onlarda kendimi buluyorum; ve hepsi iki üç senede bir ameliyat olmadıkça yaşıyamazlar, onları çok seviyorum; ve hepsi, rüzgârlarda sancılandıkça ne kadar inilderler ve içlerinde ne aziz şeyler saklarlar, onları çok... çok seviyorum.
Eşiklerinde soluk yüzlü, çıplak ayaklı, ürkek ve sessiz çocukların, ellerinde ekmek kabuğiyle ve çerden çöpten yapılmış oyuncaklarla, ağır ağır, düşünerek ve gülmeden oynadıkları bu evlerin arasında kendi evimi ararım ve âdeta güç bulurum, çünkü bunların hepsi benim evim gibidirler.
Evde kimse yoktu; kapıyı anahtarımla açtım, girdim ve her zamanki âdetimle alt kat sofada epeyce durarak, hareketsiz etrafıma bakındım.
Bu sofa yaÅŸlı bir insan yüzü gibidir: evimizin bütün ruhu, kederleri ve neÅŸesi orada görünür, her günün hâdiseleri tavana, duvarlara, döşemeye bir leke, bir çizgi, bir buruÅŸuk ve bazan da bizim görebileceÄŸimiz gizli bir iÅŸaret ilâve eder. Bu sofa canlıdır; bizimle beraber kımıldar, deÄŸiÅŸir, bizimle beraber dağılır, toplanır, bizimle beraber uyur, uyanır; bu sofa aramızda sanki üçüncü bir simadır ve güldüğü, aÄŸladığı bile olur.                       
Bu sofa dört köşedir: ortada sokak kapısı, iki yanında birer pencere. Pencerenin yanında bir ot minderi. Minderin yanında yemek masası.
Masanın yanında iki sandalye. Bu sofada oturulur, yemek yenir, misafir kabul edilir. Benim her giriÅŸimde, orada, hareketsiz duruÅŸum, beni bana gösteren bu çehreye bakmak içindir.                                                 (Dokuzuncu Hariciye KoÄŸuÅŸu, 1930)

 

SANATKÂR PEYAMİ SAFA
Ergun Göze
Sanat ve fikir Peyami Safa'da birleşmiş en güzel ve ahenkli terkibini bulmuştur. Sanatı fikriyyatını. fikriyyatı sanatını beslemiştir.
Şimdi sıra onun sanatkâr cephesini ve sanat eserlerini anlatmaya geldi. Bu kitapta takip ettiğimiz usul aslında sözü mümkün olduğu kadar sanatkâra ve eserlerine bırakmaktır.
Burada da öyle yapacağız. Fakat kendisiyle bu meseleleri şahsen görüşebilmiş ve bir dereceye kadar da münakaşasını yapmış bir insan sıfatıyla bir hususu belirtmek isterim.
Üslûp onun için çok mühimdi ve ikinci derecede bir mesele değildi... Roman tekniğinin belki baş meselesiydi. Bir roman kahramanının isminin romanda verilmesi mühim bir meseleydi.
Bunda da haklıydı. Eğer o ismi hemence verirseniz, romanı romancı anlatıyor demektir. Okuyucu ile roman kahramanları arasında romancı vardır demektir. Halbuki Peyami Safa mümkün olduğu kadar okuyucu ile roman kahramanlarım başbaşa bırakmayı tercih eden bir yazardı.
Peyami Safa'nın romancılık tekniğinde ikinci husus psikolojik tahlillere büyük yer vermesi ve hatta bize ilk psikolojik romanı getirmiş olmasıdır.
Bunu tıbbi bilgisinin ve parapsikolojik araştırmalarının zenginliğiyle de kuvvetlendiriyordu. "İnsan ruhunu veriyorum romanlarımda" diyordu. İnsan ruhunun ise insan bedeniyle büyük alakası vardı. Peyami Safa ise birçok tıp otoritelerini şaşırtacak kadar tıbbî bilgi ile mücehhezdi. Üstelik bunlardan birçoklarını tecrübe etmişti. Bir romanı böyle tıbbî bir tecrübenin dramını anlatmakta idi. Bir defasında bana "Ergun bey, benim vücudum bir hastalık listesidir. Çekmediğim hastalık kalmamıştır" demişti.
Onunla roman ve onun romanlarını değerlendirme konusunda bir anlaşmazlığım vardı. Ben onun en büyük romanı olarak "Yalnızız" romanının görürdüm. O ise, ses çıkarmaz, ama bir anlık bir nezaket müddeti geçirdikten sonra aynı nezaketle Matmazel Noraliya'nın Koltuğu romanının en mükemmel eseri olduğunu söylerdi.
Bu eseri hazırlamak için kitaplarını tekrar okuduğum zaman itiraf edeyim ki, bu hükmüm biraz sarsıldı ve hiç şüphesiz Matmazel Noraliya'nın Koltuğu isimli roman eskisinden çok daha büyük bir yer işgal etmeye başladı benim için. Acaba gençlik saikası o kitabı üstünkörümü okumuştum.
Bilmem. Belki de.. Zira, bir defa daha anladım ki bu eser üstünkörü okunacak bir eser değildir ve onda insana ait en girift meseleler büyük bir sanatkâr liyakatiyle ele alınmıştır.
(Peyami Safa-Nazım Hikmet Kavgası, 1975)

PEYAMİ SAFA
Hakkı Süha Gezgin
İnce, cılız bir boyun üstünde kocaman bir baş. Yorgun çizgili bir yüz. Solgun bir ten, ağır kımıldanıştı, azıcık şiş kapaklar altında, henüz uyanmış hissini veren dalgın, derin, fakat boş gözler.
Bu boÅŸluk duygusu, belki de onlardaki maviliÄŸin tesiridir.
Keskin bir çizgiyle düşen alında bakışlarınız, tutunama-dan kayar ve kemerli mağrur burnuna takılıp kalır. Peyami Safâ'yı, en çok galiba bu mağrur burun ve acı manâlı ağız anlatıyor.
Boyuna göre, sesi gürdür. Tok tok konuştuğunu işitince, arkasında daha gürbüz bir adam arayacak olursunuz.
Eskiden yürüyüşü daha hızlı, duruşu daha yumuşaktı. Son yıllarda adımları ağırlaştı, burnundaki gurur bütün varlığına yayılır gibi oldu.
Önceleri kolay gülümserdi; şimdi çatkın bir yüzle geçiyor. Bu, belki de incittiği kimseleri daha evvel davranıp bastırmak için düşünülmüş bir tedbirdir. Fakat bu buruşuk maskede heybet değil, sadece nahvet var.
Ben, onu Mütareke yılları içinde tanıdım. Galiba bir mizah mecmuasının idarehanesinde görüşmüştük. Basık tavanlı, çıplak duvarlı ve tahta masalı bir yerdi. İnsanda cilt hastalığına uğramış bir hayvan tesiri bırakan meşin bir ka-napeye oturmuştuk.
Her kımıldanışımızda bu kanapenin tel barsakları gurulduyor, gıcırdıyordu.
Ama dekordan ziyade hayata, şekilden çok ruha baktığımız günlerde idik.
İçimize, tecrübenin ibret tortusu çökmemiş, gönlümüzdeki baharın meyveleri çürümemişti. Pek iyi anlaşıyorduk.
Hâdiseler, fikirler karşısında, aynı perdeye akort edilmiş sazların sesini verirdik. Gerçi içli dışlı değildik. Ama işlediğimiz mevzularda bu beraberlik sezilirdi. Sonra, aramıza ayrı ayrı yollarda harcadığımız geniş bir zaman dalgası girdi. Birbirimizi kaybettik.
Ondaki Marksizm düşmanlığını seviyor ve takdir ediyordum. Fikirlerini cesur bir atılganlıkla söyleyişi hoşuma gidiyordu. Yaralı sandığı yerlere çekinmeden öyle bir kalem saplayışı vardı ki yanlış hamleler yapsa bile, bunlar, niyet indeki halisliğe bağışlanabilirdi.
Ne yazık ki gitgide hamlelerinin ilhamını kalbinden ziyade ihtirasından almaya başladı. Gururunun tuttuğu dev aynasında kalemini mızrak olmuş gördü ve bu serap büyüklüğünü gerçek sandı. Fıkracı Peyami Safa'yı ben işte böyle görüyorum. Romancı ve sanatkâr Peyami'ye gelince:
Onun bu hüviyetini, ikiye bölünmüş buluyoruz:
1. Dokuzuncu Hariciye Koğuşu, Fatih-Harbiye gibi eserler veren sanatkâr adam,
2- Cingöz Recâi tipinde şeyler karalıyan kişi.
Edebiyat çerçevesine giren eserler ile Peyami, gerçekten bir kıymettir. Çizdiği ruh ve karakter hudutlarıyla romanı gelişigüzel bir macera ve vak'a kumkumalığından çıkarır.
Kahramanlarını, yalnız sanatkâr yaradılışların insiyakı kuvvetiyle yürütmekle kalmaz, onları geniş ve etraflı bir okuyuşun zengin tahlilleriyle de süsler. Müşahedelerinde kuvvetli bir objektifin zabıtları duyulur. Romanı küçük çapta bir dünya yapmasını bilir.
Çapraşık ve tezatlarla dolu karanlık ruh dehlizlerinde zekâsının ışığı ile sürçmeden yürür. Eğer o, bizde birinci sınıf bir romancı olarak tanınmamışsa, kabahat kendisinin değildir.
Peyami'nin belki bir gün bu hakkı da tanınacak, ruhlar ve fikirler, günlük hadiselerin tortusundan sıyrılınca, tunçlar, durulacak, gerçeğe âşık aslî duyguların aydınlığında herkesin payı ayrılacaktır.
Server Bedi için, böyle bir şey söylenemez. Zaten bana kalırsa, onun böyle bir hak dava ettiği de yoktur.
Server Bedi'i aynı sermayenin daha aşağı bir semtte açtığı başka bir mağaza gibi düşünebiliriz.
Onda sanat endişesi, güzel yaratmak gayesi aramak boşuna emek harcamak olur. O Peyami'nin sadece kazanmak için kullandığı bir kalem amelesidir.
Yalnız insaf namına şunu da söylemek lâzımdır ki. bu kalem amelesi Server Bedi'in de arada sırada, bir usta başı derecesine yükseldiği oluyor.
Peyami'yi tetkik eleğinden geçirirken, bu dakikaya kadar sade sanat bakımından göz önünde tuttuk.
Verim bolluğunu biç dikkate almadık. Halbuki doğru dürüst bir niceleyişte bu noktada iyi durmak gerektir.
Bugünün piyasasında şair, romancı, muharrir diye yer tutmuş, adını tarihe vermiş kıymetlerin hemen her biri, sanatı bir geçim yolu olarak tutmamıştır. Hayatta ayrı vazifeleri vardı. Sanatı, ancak zevk vasıtası diye tanırlardı.
Peyami, bütün hayatını sanata vermiştir.
Ona dayanarak yürüdü. Hattâ şöhretsiz günlerinde bile bu yürüyüşten ayrılmadı. Server Bedi'in doğuşu da yine bu ayrılmayışa sıkı fıkı bağlıdır. Yaşamak için yazmaya muhtaçtı.
Kalemi, kendi kendine kaldığı demlerde ayrı renk, başka koku, yeni hayal, denenmemiş tahlil arar; yine aynı kalem, kazanç tarlasında bir saban gibi işlerdi.
Onda iki türlü varlık görüşümüzün sebebi işte budur.
Çok veren tarlada öz az olur; bol yemişli dallarda nasıl da-neler büyüyemezse, Peyami de bütün eserlerinde, eğer seçme bir kudret göstermediyse, bunu biraz da bu bol verişin bir neticesi gibi kabul etmeliyiz.
Şurası da inkâr olunamaz ki eserleri iyi taranırsa, bir çok meşhurlar kadar onun da güzel şeyler verdiği meydana çıkar. Zaman çakılla inciyi ayıracak ve ona hakkettiği yeri verecektir.
{Edebi Portreler, 1997)

PEYAMİ SAFA FATİH HARBİYE
Karanlık bu mahallelere erken basar.
Neriman, akşamın bu saatlerinde, evde bulunmağa artık tahammül etmez olmuştu. Evvelce dikkat bile etmediği küçük şeylere bugün ehemmiyet veriyordu.
Mindere uzandı Odaya geceyi erken getiren bu kafeslerin deliklerinde, karanlıkların git gide lâpalaşmasına bakıyordu: Dört köşe delikler çizgilerinin sertliklerini kaybettiler ve deyirmileştirdiler.
Beyaz tül perdeler karardı.
Helvacıların geçtiği saat. Her şey susar ve yalnız onların sesleri duyulur. Sakız gibi incele incele uzanan ve ta uzaklara, sokak diplerine bulaşan ezik, yapışkan sesler. Günün ışığıyle beraber çekilirler, giderler.
O vakit herşey kararır, söner, her canlı şey siner.
Ellerinde çıkıntılarıyle, geç kalmış bir iki mahallelinin sıklaşan adımlan. Bitişik evin kapısı, geceyi bir felâket sananların elleriyle hızlı hızlı vurulur, şiddetle açılıp kapanır.
Mutfaklardan gelen ince bir dumanın bütün sokağa dağıttığı hafif bir marsık ve yağ kokusu. Fatih minarelerinde ezan. Neriman gözlerini kapadı. Başım koyduğu yastıkta hafif bir lavanta çiçeği kokusu. Çocukken o bu kokuyu severdi: Annesi bohçaları açtığı vakit, temiz çamaşırlardan yükselen bu kokuyu her yerde, entarisinde ve yastıklarda arardı, bulamadığı vakit rahatsız olurdu. Şimdi bundan da hoşlanmıyor.
Arka sokaklarda helvacıların sesleri hâlâ uzanıp gidiyordu, menhus, meş'um sesler. Hastalığa, ölüme ve bunlardan daha korkunç, yüzleri karanlıkta kalan ve hüviyetleri meçhul bir takım felâketlere ait korkular uyandırıyorlardı.
Neriman bu seslerde annesinin ölümünü, babasının ihtiyarlığını, muhitinin sefaletini hatırlatan, bütün hayatında gördüğü ve duyduğu matemlerin hepsini, istikbalin sakladığı elemlerin hepsini sezdiren derin, gayet derin ve ruhun en muhkem, en mücehhez taraflarına bile bir anda giren keskin, bayıltıcı bir keder duyuyordu ve bu sesler bitip tükenmiyordu, biri uzaklaşıp kayboldukça, köşe başında yükselen bir yenisi, ötekim takip ediyordu ve ağır, hazin bir ses kervanı halinde, arkası kesilmeden, sıra sıra geçiyorlardı.
Neriman, evin kapışma bir anahtar sokulduğunu duydu ve babasının geldiğini anlayarak yerinden fırladı. Birdenbire canlanmıştı.
Baloya ait arzularım yaptırabilmek için babasını o akşamdan itibaren kazanması lâzımdı. Kapıya kadar koştu.
Babası lâstiklerini çıkarıyor, Gülter elinden paketleri alıyordu.
Neriman biraz geride durdu. Gülümsüyordu. Babasına yaranmak için bir fırsat aradı. Gülter'in elinden paketleri aldı ve ona lâmbayı yakmasını emretti.
Babasıyle beraber yemek odasına girdiler, Neriman hemen ona doğru bir sandalya itti:
— Oturunuz Bey baba! dedi.
Faiz Bey oturdu ve Gülter lâmbayı getirdi. Neriman paketleri açıyor ve neş'eli bir sesle:
—O... Burada kızartılacak bir ÅŸey var...  Ne iyi ettiniz! de bundan aldınız! diyordu. Sonra Gülter'e döndü:
—Ben de mutfağa gireyim, bunu beraber kızartırız... Sana yardım ederim, Gülter! dedi. Aylar var ki Neriman mutfağa girmek şöyle dursun etrafında bile dolaşmamıştı. Bu farkın babasına yapacağı tesirden istifade etmek istiyordu. Gülter sordu:
—Nasıl oldu bu küçük hanım? İçinizden mi geldi?
Neriman, babasına, ahlâkında bir değişiklik olduğu zannını vermek için:
—İçimden gelmedi, bundan sonra seni mutfakta yalnız bırakmayacağım! dedi.
Faiz Bey sesini çıkarmıyordu. Bu, mümkün olduğu kadar septik bir adamdı. Etrafında geçen hâdiselerin bütün sebeplerine bir anda intikal ermek isteyen ihtiyatkâr zekâsı, Neriman'ın bu halinde de yeni amfiler arıyor ve aklanmıyordu; fakat, bir taraftan da, Neriman'ın ahlâkında salâha doğru yeni bir imkân yolu açan bu hareketlerinden korku ile karışık, mütereddit bir sevinç duyuyordu. Paketleri alarak odadan dışarı çıkan kızıyle hizmetçisine:
— Zeytin yağını az koyun! diye seslendi. Bu ihtar mutfağa doğru koşan Neriman'ın canını sıkmıştı. Vaktiyle böyle teferruata hiç ehemmiyet vermiyen babasının bu tasarruf endişesi, malî vaziyetinin çok fena olduğunu gösteriyordu.
Hattâ buna Gülter de dikkat etti, mutfakta Neriman'a dedi ki:
—Beyefendi çok sıkıntıda; hiç eskiden böyle şeyler söyler miydi?
Neriman birdenbire mey'us oldu. Bu kadar ince hesap yapan babasına yeni bir kıyafet masrafı nasıl teklif edecekti? Fedakârlık nöbeti babasında değil kendisinde idi. Utandı. Bütün emellerinden vazgeçmeyi düşündü: Bir daha Macid'in yüzünü görmemek, Köprünün öbür tarafına geçmemek, baloya değil sinemaya bile gitmemek ve ömrünün sonunda yapayalnız kalan babasının baş ucundan ayrılmayarak onun bütün arzularını yerine getirmek... Hatta Neriman buna karar bile veriyordu. Büyük bir teessür içinde mırıldandı:
—Sahi, Gülter, masrafı biraz kısalım.
Ve o ana kadar mutfakta kendini iğreti bulduğu halde, birdenbire samimî çalışmak arzusunu duydu, önlüğünü giydi, kollarını sıvadı ve Gülter'in yapabileceği en kaba işlere doğru atıldı, kömür tenekesini aldı ve ocağa boşalttı. Gülter bağırıyordu:
—Aman   küçük   hanım,   bırakınız,   ben   yaparım. Sonra ilâve etti:
—Hanımefendi de ne kadındı! Siz küçüktünüz... Ah onu bir mutfakta görseydiniz... Ama ne temiz kadındı, ne titiz kadındı...
Neriman dinlemiyor ve düşünmüyordu: > (...)
(Fatih Harbiye, 5. bas. 1978)

PEYAMİ SAFA GENÇLİĞİMİZ
Annem dün sessizce odama girdi. Beni yine, yorgun gözlerimin önünden hiç ayrılmayan, bir gün bile elimden düşmiyen, beyaz ve mecalsiz kanatları ile parmaklarımın arasında ezilip büzülen kitabımın karşısında okumaktan gözlerimin feri kaçmış, düşünmekten alnımı kırışmış gördü.
En ziyade düşman olduğu bu cansız arkadaşıma kinli bir nazar attıktan sonra bir iskemle çekti, karşıma oturdu, bol bir nefes aldı.
Belli ki mühim bir şey, çok düşünülen ve az söylenen endişelerden, aile üzüntülerinden birini bana açmak istiyordu.
Bunu ben onun bir iğne izi kadar ince iki gölge ile, belirsizce çatılan kaşlarından anlamıştım, hattâ bu keşfimde o kadar ileri gittim ki, bana, artık bu sefer kat'î bir tarzda, izdivaç meselesini açacağına bile hükmettim. İzdivaç meselesi... hakikaten de hiç yanılmamıştım. "Kızım!" diye resmî, ciddî, yüksekten, kalın bir ses perdesi ile başladı, bir çok defalar dinlediğim fikirleri, sebepleri, delilleri, mukayeseleri kendine mahsus muntazam bir mantık zincirine bağlayarak, sakin, heyecansız ve soğukkanlı, söyledi, söyledi, son hükmünü de verdi:
-Sen ilkbahara kadar, mutlaka evleneceksin!
Ben susuyordum; kendi kendime, bitmeyen uzun gecelerde, binbir defa tekrar ettiğim ayni sebepleri, fikirleri, mukayeseleri dinlemekten bezmiş bıkmış, usanmış gibi, zoraki bir itaatle boynumu bükerek, hak verir göründüm ve ses çıkarmadım.
Fedakâr kadın, ağır ve güç nutkunu bitirdikten sonra, sözlerinin kızındaki tesirini anlamak için meraktan büyüyen gözleri ile, kırpılan kirpiklerinin arasındaki firari mânaları keşfetmeğe çalışıyordu. Her vakitkinin aksine, kızmadan durgun bir inkıyat ile sordum
-Zevcimi intihap ettiniz mi?
-Babanın eski kararını biliyorsun ya...
-Muhasebedeki mümeyyiz.
-Evet!
Elimde olmadan, alay, kin, tahkir dolu bir kahkaha ile güldüm. Asî fikirlerimi hülâsa eden bu kelimesiz cevap, zavallı kadım sarstı, daha ziyade ciddileşerek fikrini müdafaaya şevketti.
-Biliyorsun ki. dedi, bu gencin dairede istikbali var.
-Rica ederim sus.
-Bu günde seksen lira kazanıyor.
-Rica ederim...
-Hem çirkin bir genç de değil.
-Rica ederim...
-Baban onu terfi ettirecek.
-Rica ederim...
-E.. ama kızım..
Hiddetlenerek her vakit olduğu gibi bir kelime ilâve etmeden, dargın bir yüzle ayağa kalktı, çıkıp gitti. Hakkı var mıydı?
Yüzlerce defa kendi kendime sorduğum bu suale içimizdeki yanık, hicranlı sesten ayni cevabı alıyordum: Evet, bir noktada o zavallıların haklan vardı, yirmi üç yaşını geçen kızlarının artık evlenme zamanı gelmişti, her ana baba gibi, o zavallılar da, vakti gelince isyan eden heveslerin, arzuların sevki ile kızlarının saadet ve şeref gününü görmek, yeni kurulan bu çatı üzerinde taze emeller, taze hayaller beslemek istiyorlardı.
Eskiden "mürüvvet görmek!" dedikleri bu canlı arzunun bütün o zavallı ana, babalara göre çok kuvveti var, bu onlar için inatçı ve müstebit bir gayedir, bunların hepsi doğru, ah, bunları hayatımın hiçbir gününde inkâr etmek haksızlığına düşmedim, biliyorum ki onların ölüme akan günlerinde son saadet, benim mesut olduğumu görmektir.
Benim mesut olduğumu görmek, şüphesiz, fakat nasıl mesut? Hangi kusursuz, mükemmel izdivaç hayaline göre? Hangi şarklı kadın gibi ki, bu tehlikeli ve uçurumlu körebe oyununda, gözü bağlı, kollan tereddüt ve korku ile titreyip açılarak talihini kucaklamış, fakat korkulu rüyasından güler yüzle uyanmıştır.
Mahut meseleler.
***
Akşam üstü sofrada babam ve annem, ikisi de sessiz ye neş'esiz yüzleri bulutlu, gözleri dalgın ve düşünceli idiler.
Annem, kısa kesik hecelerle hizmetçiye bazı isteksiz emirler veriyor; babam, eğilen başı, ileriye doğru çıkık buruşuk alnı ile susuyordu. Asrî kızlarına karşı bu şefkatli ana babanın şu sessiz ittifakında ne yüksek bir vakar var! İştihasız yenen yemekten sonra, annem hizmetçiyi yanına katarak, galiba evvelce verilmiş bir karara göre, odadan çıktı ve beni babamla yalnız bıraktı.
Kendi âleminde çok ciddi, vazifesine çok bağlı, eski terbiyenin yetiştirdiği âkil ve tedbirli, fakat ara sıra, ansızın bütün muvazenesini kaybederek sinirlerinin ânî bir kaynaşmasına mağlûp olan, kart ve buruşuk sesi ile haykıran, bağıran bu ihtiyar adam karşısında o akşam, ilk defa kendimde bir ürperme duydum. Kirpiksiz kapakların içinde, parlak kabuklu birer siyah böcek gibi asabi ve haşin kımıldayan, dönen, çırpman gözbebeklerinden anlıyordum ki babam beni bu gece, acı sözlerle hırpalamağa karar vermişti.
Fırtınaya hazırlandım.
Evvelâ, dairesinin küçük ve korkak memurlarına emir verir gibi kuru bir ciddiyetle "Melâbat, azıcık dur!" dedikten sonra, karşısına düşen minderi göstererek:
-Åžuraya otur!
Diye mırıldandı. Söylediğini yaptım.
-Verdiğimiz kararı annen sana söylemiş. Diye sükûnetle başladı. Mahut geçinme zorluklarından, piyasa fiyatlarının günden güne yükselmesinden bahsetti. Her zaman dinlediğim bu maişet hikâyesinden nefret eder gibi:
-Bunları biliyorum, dedim.
İzdivaç yaşımın geldiğini, bir baba için kızının saadetini düşünmek borç olduğunu, ihtiyar kızlığın muhite karşı çirkin ve acı tesirlerini anlattı: -Bunları da biliyorum, dedim.
Beni İkna etmek için sarfettiği gayretin faydasızlığını gördükçe coşan zayıf sinirleri ile azar azar öfkelenip, nihayet babalığın verdiği hakkı kullanabileceğini düşünerek nefsine emniyet, emir, tahakküm dolu bir sesle eski terbiyenin faziletini, bugünkü gençlerin manasız eblehçe, cahilane bir firenk mukallitliği yüzünden kendilerini felaketlere sürüklediklerini roman, tiyatro, sinema gibi "misyoner" eğlenceleri ile zehirlendiklerini söyledi. Müstehzi:
-Bunları da biliyorum, dedim.
öfkesi arttı, gözlerinin akı büyüdü, kaşları sivrildi, gittikçe titreyen, pürüzlenen kahrı sesi ile bağırdı:
-Sen de onlardansın, sen de dine hürmetini, vazifeye muhabbetini, aileye itaatini kaybetmiş, hayalâta ve nazariyata düşkün, avukat, çaçaron ukalâsın. Ben de kızıyordum:
-Ooo.. baba!
-Sen de, fırsat eline geçince koluna züppe, muvazenesiz bir kaldırım beyini takarak mahalleni, aileni, akrabanı bırakıp kaçmağa âmâde, isiyana müheyya, arabalarda, otomobillerde, tiyatrolarda etrafa cilve saçmağa hazır, vicdanı erimiş mahlûklardansın. (...)
(Gençliğimiz, 1922)

link how many women cheat on husbands why do wifes cheat

Dipnotlar

Hocaları    

Öğrencileri    

H. Bilgi Kaynakları
Cahil Sıtkı Tarancı / Peyami Safa (1940), Yücel Hacaloğlu / Sevenlerinin Kalemiyle Peyami Safa (1962), Recep Doksat / Birinci ölüm Yılında Ünlü Yazar ve Düşünür Peyami Safa (Yol. 14.6.1962), A.T. Ulaş / Bakış Açısı ve Matmazel Noraliya'nın Kolluğu (Yeni Dergi. Eylül 1968), Berna Moran / Yeni Dergi (sayı: 49, Ekim 1968) - Türk Romanına Eleştirel Bir Bakış (1983), A. H. Tanpınar / Edebiyat Üzerine Makaleler (1969), Ergun Göze / Peyami Safa-Nazım Hikmet Kavgası (1969), Ergun Göze / Köşebaşı (1969; Peyami Safa'dan Seçmeler. Faruk Kadri Timurtaşla. i 970). Ergun Göze / Peyami Safa Nazım Hikmet Kavgası (1975). Vecdi Bûrün / Peyami Safa ile 25 Yıl (1978). Vahap Kabahasanoğlu / Peyami Safa (ortak. 1984), Aylen Genç / Peyami Safa'nın Eserlerinde Hastalık ve Ölüm (Milli Kültür. Ekim 1990). Orhan Söylemez / Safa Peyami (TDE Ansiklopedisi, c. 7. s. 402-406). Ahmet oktay / Cumhuriyet Dönemi Edebiyatı 1923-1950 (1993). Durdu Şahin / Peyami Safu. Cemil Meriç ve Attila İlhan'ın Eserlerinde Balı (1994). Ergun Göze / Oç Büyük Mustarip: Cemil Meriç. Peyami Safa, Necip Fazıl Kısakürek (1995), Ömer Lekesiz / Yeni Türk Edebiyatında öykü - 1 (1997), Nan A Lee / Peyami Safa'nın Romanlarında Doğu-Batı Meselesi (1997), Adile Ayda / Bir Demet Edebiyat (1998), Beşir Ayvazoğlu / Peyami - Hayatı Sanatı Felsefesi Dramı (1998) - Doğu-Batı Arasında Peyami Safa (2000), Mehmet Behçet Yazar / Edebiyatçılar Alemi - Edebiyatımızın Unutulan Simaları (yay. haz. Mustafa Everdi, 1999), Mehmet Tekin / Romancı Yönüyle Peyami Safa (1999), Fethi Naci / Fatih-Harbiye (Cumhuriyet Kitap, 24.6.1999), Mustafa Kiniş / Peyami Safa'nın Matmazel Noraliya'nın Koltuğu ile Hermann Hesse'nin Step Kurdu Adlı Eserlerinde Arayış ve Kendini Gerçekleştirme Sorunu (2000) - Mehmet Nuri Yardım / Romancılar Konuşuyor (2000; Romancının Yakın Dostu Ergim Göze: Peyami Safa Beynelmilel Bir Değer, s. 15-18) - Edebiyatımızın Güleryüzü (2002), Orhan Okay / Peyami Safa maddesi (Büyük Türk Klâsikleri, c. 13, 2002), Tamer Erdoğan / Türk Romanında Mütareke İstanbulu: Biz İnsanlar (Virgül, Ocak 2002), Semiha Özel / Yeni Dünyanın Yalnızlaşan İnsanı ve Yalnızız Romanı (Prof.Dr. Sadık Tural Armağanı içinde, haz. İdris Karakuş, 2002), Kerem Gün / Peyami Safa'nın Yalnızız Romanında Ruh ve Beden Sorunsalı (yüksek lisans tezi, Bilkent Üniversitesi Türk Edebiyatı Bölümü, 2002; Kanat Haber Bülteni, Kış 2003).
women cheat on their husbands infidelity in marriage unfaithful wife

Yazara Ait Ses Dosyaları
# Media Adı

Yazara Ait Videolar
# Media Adı

Yazara Ait Görsel Eserler
# Media Adı
Kullanıcı Yorumları

! Yorum yazabilmeniz için üye olmalısınız.
Üyelik için lütfen sayfanın üst kısmında yer alan"Üye Giriş | üye ol" linkine tıklayınız.

Kayıt Ekleyen / Eklenme Tarihi
Nalan Sert / 15.02.2008



Eski Eserler


Eski Eserler Kütüphanesine Hoşgeldiniz!

Hesap İşlemleri

Üye değil misiniz? Üye olun!

Eski Eserlere üye olarak, kütüphanenimiz ve eserlerimiz hakkında paylaşımlardan hesabınız üzerinden faydalabilirsiniz...