f
|
![]() |
لمؤلف المقالة | الكتب | الكتب الألكترونية | المقالات | المقالات حوله |
الكتب للمؤلف | |||||
|
الكتب الالكترونية للمؤلف | |||||
|
المقالت للتعريف بالمؤلف | |||||
|
ملخص |
M. Hamidullah, 19 Ocak 1908 tarihinde, Hindistan’ın güneyinde yer alan Haydarabad-Dekken şehrinde dünyaya geldi. Daru’l-Ulûm medresesinde okudu, sonra Osmaniye Üniversitesine girdi. O yıllarda bu üniversitede yeni bir ders olarak tedris edilmeye başlanan “Devletler Umumi Hukuku” dersi üzerinde yoğunlaştı. Bu konuyu, Fıkıh ve İslâm tarihi verileriyle birlikte ele alınca ilginç sonuçlara varacağını anladı. İstikbal vaad eden halini hocaları fark edince master ve doktora tezlerini bu alanda yapmasını desteklediler. Türkiye, Hicaz, Suriye, Mısır, Filistin kütüphanelerinde araştırma yapmasına ve Bonn (Almanya) Üniversitesinde 1933’te doktorasını tamamlamasına imkân sağladılar. |
معلومات النشر | ||||||||||
|
نص المقالة [Yazdır/Print] |
Evrensel Alim Muhammed Hamidullah Zira orta yaşlılar tarafından tanınsa da, yaşı kırkın altında olan son neslin onu yeterince tanımadığı gözlemlenmektedir. M. Hamidullah, 19 Ocak 1908 tarihinde, Hindistan’ın güneyinde yer alan Haydarabad-Dekken şehrinde dünyaya geldi. Daru’l-Ulûm medresesinde okudu, sonra Osmaniye Üniversitesine girdi. O yıllarda bu üniversitede yeni bir ders olarak tedris edilmeye başlanan “Devletler Umumi Hukuku” dersi üzerinde yoğunlaştı. Bu konuyu, Fıkıh ve İslâm tarihi verileriyle birlikte ele alınca ilginç sonuçlara varacağını anladı. İstikbal vaad eden halini hocaları fark edince master ve doktora tezlerini bu alanda yapmasını desteklediler. Türkiye, Hicaz, Suriye, Mısır, Filistin kütüphanelerinde araştırma yapmasına ve Bonn (Almanya) Üniversitesinde 1933’te doktorasını tamamlamasına imkân sağladılar. Müteakiben Fransa’ya geçip kuzey Afrika ülkelerindeki dokümanlardan yararlandı ve 1938’de Paris Üniversitesi’nde ayrı bir doktora tezini ikmal etti. Bu tezin konusu “Hz. Peygamber (s.a.s.) ve Dört Halife Döneminde İslâm Diplomasisi” olup, adından da anlaşıldığı üzere, o dönemden kalan diplomatik, idari ve siyasi belgeleri değerlendiren son derece orijinal bir çalışmadır. Eser Arapça’ya ve Türkçe’ye (Dr. Vecdi Akyüz, İstanbul, Beyan Yay., 1998) çevrilmiştir. Üstad M. Hamidullah, Osmaniye Üniversitesi’nde Devletler Hukuku profesörü iken,yurtdışında görevli bulunduğu sırada, Haydarabad-Dekken’in yeni kurulan Hindistan hükümeti tarafından 1948 yılında işgal edilmesi üzerine, az sonra anlatacağımız sebepten ötürü, ömrünün sonuna kadar ülkesine dönemedi.
1977 yılında Erzurum Atatürk Üniversitesi’nde sözleşmeli öğretim üyesi olarak bulunduğu sırada, nisap ihtiyacından ötürü Fakülte Yönetim Kuruluna da katılıyordu. Yönetim kurullarının bitmek bilmeyen meselelerle dolu mutad toplantılarından birinden çıkış esnasında bana hususi olarak: “Ne yaparsak yapalım, beklenen ilim adamı ancak milyonda bir çıkar” demişti. Anlaşılan,bu sözüyle, çığır açan, öncü ilim adamını kasdediyordu. O, kendisinin böyle biri olduğunu hatırından bile geçirmemiştir ama, bana göre o, böyle ender âlimlerden biridir. Kendi kendisini yenileme hususunda merhum hocamızın derecesine çıkan başka bir örnek de hatırlamıyorum. Matbaadan gelen kitabın daha mürekkebi kurumadan, eklemeye başladığı ilaveleri ihtiva eden küçük kağıtlarla kitabın süslendiğini gözlemleme, onu tanıyan herkesin çok alıştığı bir manzara idi. Zannımca, gerek telif edildiği, gerek tercüme edildiği dillerde ilave basımlarında aynı şekilde yayınlanan hiçbir kitabı bulunmamaktadır. Onun pratik ve güzel usullerinden biri şudur: Kitaplarını paragraf esasına göre telif eder ve bunları müteselsil rakamlarla numaralardı. Sonra yaptığı ilaveleri ya yeni bir paragraf olarak, ya da insicamı bozmayacak başka bir şekilde derc ettiğinden bunları yerleştirmekte zorluk çekmezdi. Mesela İslâm Peygamberi, İslâm’a Giriş, İslâm’da Devlet İdaresi, Kur’an-ı Kerim Tarihi gibi kitapları hep bu tarzda yazılmıştır. 1975 yılında evine yaptığım bir ziyaret esnasında, vesile gelince, kitaplarını yayınlayan onlarca yayıncının telif ücreti verip vermediklerini sormuştum. Cevabı şu olmuştu: “Hem ben, hem de onlar arzu ettiğimiz şeyi gerçekleştiriyoruz. Bana lâzım olan kitapların yayınlanmasıdır ve bu oluyor! Onlara lâzım olan da para kazanmalarıdır, onlar da bunu elde ediyorlar!. Onun gösterdiği bu zühdü, maneviyat erbabı bilinen kaç kişi gösterebilmiştir, takdirlerinize bırakıyorum. Fakat telif hakkı istemeyen bu zat, hiç değilse, kendisine bilgi verilmesini haklı olarak isterdi. O sıralarda İslâm Peygamberi kitabının Beyrut’ta yayınlanması sözkonusu idi. Bana “Duydunuz mu”, dedi, “beşinci mezhep çıkmış!”. “Nedir o beşinci mezhep?” diye sorunca: “Mektuba cevap vermemek!” dedi. Meğer hocamız aylardan beri, defalarca yazıp haber gönderdiği halde, kitabının çıkıp çıkmadığına dair, yetki verdiği şahıstan hiçbir cevap alamıyormuş! Paris’teki evinden bahs edince, onu öyle bizim bildiğimiz bir ev zannetmeyin. Paris’in merkezî semtlerinden birinde dört katlı eski bir binanın beşinci katı durumunda olan çatı katında, iki odadan ibaret bir evde oturuyordu. Oturma takımı kabilinden mobilya yoktu. Sadece eski, küçük bir çalışma masası ile bir iki iskemle, eski küçük portatif bir daktilo makinesi, bir rahle ve duvarları dolduran kitaplardan başka bir eşya bulunmuyordu. Lüks denebilecek tek bir şey yoktu. Sıradan bir öğrenci evinden bile daha mütevazi idi. Telefon bile almamıştı. Yemek namına ne yediğini bilmiyorum. Söylendiğine göre günde bir kâse çorba veya bir bardak sütle beslenme ihtiyacını gideriyordu. Orta boylu, nahif, fakat atletik bir yapısı vardı. İlerlemiş yaşında bile süratle yürüyen çevik bir insandı. Ruh lehine süzülmüş tüy gibi hafif bir bedene sahipti. Esmer teni secde aydınlığıyla pırıl pırıldı. Sünnete uygun sakalı, zannımca büluğ çağından beri hiç traş edilmemişti. Daima mütebessim mübarek çehresinde, canlılık ve zeka fışkıran gözlerinin tatlı bakışları kalplerin derinliklerine ulaşır, gönüllere sıcaklık ve manevi feyiz akıtırdı. Katlarının arası oldukça yüksek asansörsüz binada beş kat inip çıkmadan şikayet ettiğini hiç duymadım. Fakat yaşı 85 iken ziyaret ettiğimde orta kat merdiven boşluğuna bir sandalye koyduğunu, çıkarken orada dinlenme ihtiyacı duyduğunu öğrendim. Evlenmediği için hanımı, çocuğu olmadığı gibi, ömrü gurbette geçtiğinden evlad, iyal, akraba, mal-menal olarak hiçbir şeye sahip olmayan Üstad, dünyanın olanca genişliği içinde yapayalnız idi. Ama asıl Sahibi ile vuslat halinde yaşamasının verdiği huzur ve sürur, yüzünden hiç eksik olmazdı. Dünyadaki varlıklar içinde, sadece vefalı yuvasına bağlı olduğunu gördüm. Fakat bunun da duygusal olmanın yanında rasyonel sebebini söylerdi. “Bu evi şunun için çok seviyorum: Zira Hz. Peygamber (s.a.s.)’i anlatan iki eser burada yazıldı. Bunlardan birincisi Alphonse de Lamartine tarafından yazılan L’Histoire de la Turquie, ikincisi de bizim tarafımızdan yazılan İslâm Peygamberi kitabıdır (A. Lamartine, 1790-1869 arasında yaşamış Fransız şair ve siyaset adamı olup, bu apartmanda oturduğundan bina, tarihi eser sayılıyordu. 12 ciltlik bir İslâm tarihi olan bu eserinin birinci cildini Hz. Peygamber’e ayırmıştı. Hocamız, İslâm Peygamberi kitabının arka kapağında Lamartine’in şu harika cümlesini nakletmekten kendini alamamıştır: “Fikirlerin filozofu, hatibi, elçisi, ortaya koyucusu, cenkçisi ve fâtihi; aklî inançların, tasvir, timsal ve heykelleri olmayan bir dinin ve 20 dünyevî ve bir manevî devletin kurucusu Muhammed. İnsan büyüklüğünün tesbitinde kullanılan bütün ölçüler içinde soruyoruz: O’ndan daha büyüğü var mıdır?”) Eserlerinden Türkçe’ye çevrilmiş olanlar, 1960’lı yıllardan itibaren başlı başına bir okul oluşturacak niteliktedir: “İslâm Peygamberi”, “İslâm’a Giriş”, “İslâm’da Devlet İdaresi”, “İslâm Fıkhı ve Roma Hukuku”, “İslâm Anayasa Hukuku”, “İslâm Tarihine Giriş” , “İmam-ı A’zam ve Eseri”, “Kur’an-ı Kerim Tarihi”, “Hz. Peygamberin Savaşları”, “İslâm’ın Hukuk İlmine Yardımları”, “Hz. Peygamber Zamanında Hadislerin Tedvini”, “Elde Mevcut En Eski Hadis Kitabı: Hemmam İbn Münebbih’in Sahifesi”, “Modern İktisat ve İslâm”, “Hz. Peygamber Devrinden Kalan Diplomatik ve İdari Belgeler”, “Aziz Kur’an” (Fransızca mealinin Türkçe çevrisi). Bunlar, kitaplarından sadece bir kısmı olup, bilimsel dergilerdeki makaleleri de büyük bir yekün teşkil etmektedir. Merhum M. Hamidullah, 12 dili pekiyi düzeyde bilir, eserlerini Arapça, Fransızca, İngilizce, Almanca, Urduca gibi dillerden biriyle kaleme alırdı. Dilimizde eser yazmamakla beraber Türkçe’yi de iyi bilir, konferanslarını çeviren mütercimleri, hata yaptıklarında veya eksik bıraktıklarında uyardığı zaman zaman görülürdü. Onun İslâm’a olan hizmeti, öncelikle bilimsel araştırma ve yayın tarzında olmuştur. Fakat sosyal tarafı da ihmal etmezdi. 1974-1975 yıllarında Paris’te bulunduğum sırada onun, o zaman tek İslâmî merkez olan ünlü Paris Camii’nde ders ve vaaz verdiğini görmüştüm. Bir defasında dersten sonra yanında bulunan 80 yaşlarında tahmin ettiğim bir zatı tanıştırmıştı. Meğer bu zat, tarihe mal olacak bir hizmet yapan Ali Topçubaşı imiş. Bu şahıs, Birinci Dünya Savaşı’nda Rus ordusunda subaylık yaparken, savaş sonlarında Bolşevik ihtilali ile sarsılan Rusya’nın karışık ortamı içinde, –daha önce Rus çarlığı tarafından 1868’de Semerkand şehrinden götürülüp St. Petersburg’da müzeye konulan Hz. Osman (r.a.)’ın yazdırdığı kabul edilen Kur’an-ı Kerimi, muhtemel bir zarardan korumak için, Taşkent’e götüren kahraman subaydır. Müslümanlar için en önemli tarihi belge olan bu Mushaf-ı Şerif, 1923 yılında resmi bir heyetin nezaretinde özel bir vagonla Taşkent’e iade edilip orada Beylerbeyi camiinde inşa olunan bir hücreye konulmuştur. 1974 Haziran ayında Paris’e gittiğimde, –Müslümanlar veya Hıristiyanlar tarafından– İslâmî ölçülere göre kesilmiş helâl et bulamadığımdan dört ay kadar et yiyememiştim. Hocamıza yaptığım ziyaretlerden birinde, nasıl bir vesile geldiyse, bundan bahsedince: “Yahudiler, kendi dini usullerine göre kesiyorlar. Kasaplarda “koşer” yazılı bölümlerdeki etler meşru olup oradan alabilirsiniz. Bu et helaldir” dedikten sonra, “Fakat ben mübah olmadığından değil de, bir başka sebepten bunu da almıyorum. Zira bu et organizasyonunu yapanların gelirlerinin bir bölümünü, siyonizmi desteklemeye tahsis ettiklerini öğrendim. Müslümanları vuran kurşuna dönüşeceği endişesiyle, onların para kazanmalarına gönlüm razı olmuyor” demişti. Paris Katolik Üniversitesi Profesörü Youakim Moubarac, otuz sual tesbit edip bunları, İslâm-Hıristiyan diyalogu faslından olarak (aralarında M. Arkoun, Kamil Hüseyn, H. Hanefi’nin de bulunduğu) altı Müslüman âlime yöneltmişti. Onlardan biri de M. Hamidullah beydir (Bu sorular ve cevapları için bkz: Y. Moubarac, Les Musulmans-consultations İslamo-Chretienne, Paris, Beauchesne Yay., 1971). Sorulardan biri, İslâm hukukunun modern dünya şartlarında uygulanabilip uygulanamayacağı konusundadır. Hamidullah beyin cevabının özeti mealen şöyledir: “Müslümanlar, İslâm tarihinin başında olduğu kadar, yirminci asırda da İslâm fıkhının kendilerinin ihtiyaçlarına kafi geldiğini düşünmüşler, dışarıdan kanun almak istememişlerdir. Kendi tercihleri böyle olmasına rağmen, Avrupa emperyalizmi, onları şer’i hukuktan uzaklaştırmak gayesiyle türlü planlar yapmış ve en sonunda bunu sağlamak için maddi baskı uygulamıştır. Şimdi dahi kapitalist-komunist-siyonist üçlüsünün baskılarını kaldırmaları halinde, Müslümanlar kendi İslâmî kurallarını uygulamak suretiyle varlıklarını devam ettirmeyi tercih edeceklerdir”. Başka bir soruda, İslâm’da zimmilere ait ahkâmın önemli haklar ihtiva etmekle beraber, modern zihniyet açısından bunların aşıldığı, hatta batılılarca İslâm’ın, zimmileri ikinci sınıf vatandaş saydığı söylenip bu konudaki görüşünün sorulması üzerine şöyle demiştir: “Müslümanlar, şu anda azınlık olarak yaşadıkları ülkelerde, İslâm hukukunun zimmilere verdiği hakları elde etmeleri halinde, o ülke yönetiminden başka hiçbir hak talep etmemeye hazırdırlar. Ama iddialarla realiteler çok farklı olmaktadır. Daha Emeviler döneminden itibaren İslâm devletinde Hıristiyanlardan vezirlik (bakanlık) yapan kimseler bulunduğu halde, 130 yıl Fransa’nın bir bölümü olarak kalan Cezayirliler parlamentoda temsil edilmemişlerdir. Bu uzun süre zarfında, bakan şöyle dursun, milletvekilliği verilen bir tek Cezayirli Müslüman bile olmamıştır. Hem de bu davranış, Ortaçağ Fransasında değil, demokrasi ve insan haklarında öncülük iddiasında bulunan yirminci asır Fransasında cereyan etmiştir”. Merhum hocamızı ilk olarak 1963 yılında A.Ü. İlahiyat Fakültesinde verdiği konferansta tanımıştım. Arapça verdiği konferansın büyük kısmını, tercümesini dinlemeden anlayınca, bir öğrenci olarak bu seviyede olmama hayret etmiştim. Daha sonra, bu özelliğin, bana değil de, kendisine ait bir hususiyet olduğu kanaatine vardım. Zira Üstad, konulara o derece vakıf idi ve zihni o mertebede berrak idi ki, kristalize olmuş o bilgileri muhatapların rahat anlayabilecekleri ifade kalıplarına dökmekte hiçbir güçlük çekmiyordu. 1974’te Paris’te kendisini Fransızca konuşurken de aynı kolaylıkla anlıyordum. Bu tesbite, kendisini çeşitli dillerden dinleyen muhatapların çoğunun katıldığını görmüşümdür. Onu ikinci defa 1964’de Ankara Üniversitesi’nde İmam Şemsuleimme es-Serahsi’nin vefatının 900. yıldönümü vesilesiyle yapılan uluslararsı bir sempozyumda dinlemiştim. Üstad, 1976-77 yıllarında birer dönem, Erzurum Atatürk Üniversitesinde sözleşmeli profesör olarak seminer ve konferanslar verdi. Kur’an-ı Kerim tarihine dair dersleri, tarafımdan tercüme edilmiş, kendisi orada iken kitapçık halinde yayınlanmıştı. Mukayeseli dinler tarihi, İslâm hukuku ve İslâm tarihine dair de dersler vermişti. Bu konferanslar da İbrahim Canan, İhsan Süreyya Sırma, Zahit Aksu gibi öğretim üyeleri tarafından çevrilip kitaplaştırılmıştır. Umuma açık olan konferanslarından sonra soru yöneltilmesinden memnun olur, tenkitlerden rahatsız olmaz, büyük bir sükunet ve rahatlıkla cevap verirdi. Günün birinde bir doktor, ikamet ettiği lojmanda onu ziyaret edip, bütün kitaplarını okuması sonucunda bulduğunu iddia ettiği –sözüm ona– hataları söyleme izni istiyor ve toplam on iki hatasını sıraladıktan sonra Üstad şöyle diyor: “Allah sizden razı olsun, beni ağır bir yükten kurtardınız. Zaman zaman, ‘hayatımda çok şeyler yazdım, kim bilir ne kadar çok hatam olmuştur!’ diye düşünürüm. Siz bunları tesbit zahmetine katlanıp, on iki hata bulmakla beni ferahlattınız. Oysa ben çok daha fazla olduğunu zannederdim” dedikten sonra hata iddialarına dair açıklamalarını sakin bir şekilde yapar. İşte merhum, böyle bir tevazu âbidesi idi. Onun tevazuuna iki müşahhas olay daha zikr etmek isterim: Almanya ve Paris’te kazandığı iki doktoradan sonra ülkesinde Osmaniye Üniversitesi profesörü iken kıraat ilminden icazet alma ihtiyacı hissetmiştir. Bunun için Medine-i Münevvere’ye giderek orada Mescid-i Nebevi Kur’an-ı Kerim kıraat üstadı Hasan İbn İbrahim eş-Şair ‘in nezdinde “Kur’an’ın tamamını tane tane , itina ve büyük bir dikkatle baştan sona okuyup hatm etmiş” olup 40 yaşında iken, 12 R.evvel 1366 (23 Ocak 1947) tarihinde icazet almıştır (Bu icazetnamenin metninin fotokopisi ve Türkçe’ye tercümesi için bkz. M. Hamidullah, Kur’an-ı Kerim Tarihi, Çev. Salih Tuğ, İstanbul, İFAV Yay., 1993, s. 53-54). İkinci bir olay şudur: Yaşı 70’e yaklaştığında 600 kadar yayını olan bir müellif iken, 1975’te Paris College de France üniversitesinde Prof. Dr. Henri Laoste’un derslerini dinlemeye geldiğini defalarca gördüm. Böylesine kıdemli bir profesörün, bir başka hocanın dersine dinleyici olarak girdiğine ömrümde ilk defa şahid oluyordum. Galiba ondan sonra da böyle bir manzaraya pek şahid olmadım. Onun “mezhepsiz” olduğunu iddia eden bir iki kişi çıkmıştı. Oysa o Sünni ve Şafii idi. Keza sufi olmamakla beraber, tasavvuf neşvesine de sahip bir zat idi. Peygamber Efendimize müstesna bir saygısı olup, mevlide bid’at diyenlere kulak asmaz, aleyhis-salatu ves-selam Efendimizin dünyayı şereflendirerek insanlığı hidayete götürmesinden daha büyük bir nimet olmadığından ötürü, o nimetin şükrünü terennüm eden Mevlid-i Nebevi’nin en büyük bayram olduğunu ifade ederdi. Onun sahabilerinden bile bahsederken her birinin ön ismi halinde mesela “Seyyidina Selman” (Selman Efendimiz, Enes Efendimiz) derdi. Yakın dostu olan merhum Prof. M. Tayyib Okiç hocamız (öl.1977), onu tanıyanların pek bilmeyip Üstad’ın bir sır gibi etrafından sakladığı şu özelliğini bir vesile ile bildirip: “O, İstanbul’a gelince Ebu Eyyub el-Ensari’yi (r.a.) ziyaret etmeden hiçbir işe girişmez” demişti. Bu da, onun Peygamber Efendimizi, O’na olan saygı ve sevgisi sebebiyle de Ashab-ı kiramını ne derece sevdiğinin bir göstergesidir. Bu ihlâsına bir mükafat olarak, Allah Tealâ ona ihsan ettiği muazzam ilim ve şahsi fazilet nimetlerinin yanında, binlerce insanın İslâm’ı seçmesine de onu vesile kılmıştır. Bir kişinin hidayetine vesile olmak bile Hz. Peygamber (s.a.s.)’in beyanlarıyla “Güneşin üzerine doğup battığı her şeyden daha hayırlı” olduğuna göre, varın onun sahip olduğu devleti siz düşünün! Zaman Gazetesinin sponsorluğunda 1991’de İstanbul’da gerçekleşen ve büyük bir yankı uyandıran Uluslararası Ebedi Risalet Sempozyumu’nun tertip heyeti olarak kendisini davet ettiğimizde sevinmiş, fakat bizzat gelmesine sağlığının imkan vermediğini belirterek Fransızca olarak kaleme aldığı değerli bir tebliğ lûtfetmişti. “İslâm Peygamberinin Hayatında Mevcut Bazı Ayırt Edici Özellikler” başlığını taşıyan bu tebliği, kapsamlı başlığının hakkını veren güzel bir çalışma idi. Ama aynı zamanda, kendisinin Hz. Peygamber (a.s.m.)’ı iyi tanıyamadığını zanneden bazı kadir bilmez Türk okuyucularının zanlarını tashih etmeye sevk edecek bir özellik taşıdığı da gözlemlenmekte idi (Bu tebliğ için bkz. Ebedi Risalet Sempozyumu,İstanbul,1991, Işık Yayınları, İzmir, 1993, c.I, s.89-119). Daha sonra münasip bir üslupla, durumun hassasiyetini gözeterek her üç zatın da selam ve hürmetlerini arz edip kendilerini davet ettiklerini, Türkiye’nin uzun zamandır kendisine hasret olup, Ansiklopedinin onun tecrübesine ihtiyaç duyduğunu, ayrıca bir çok ilim meraklısının kendisinden istifade etmek arzusunda olduğunu söyledim. O zamana kadar Arapça konuşuyorduk. Bu davete Türkçe karşılık verdi ve: “İstanbul’da ulema çoktur. Orada bana ihtiyaç yok. Fakat Paris’te fazla yok, burada bize hizmet fırsatı düşüyor” dedi. Bir kere daha ısrar ettiysem de, cevabının kesin olduğunu anladım. Üç-dört gün sonra Paris’ten ayrılacağım için veda ziyaretine gittim. Orada kalacağı anlaşıldığından, bari başka türlü hizmet etmeye çalışalım düşüncesiyle : “Hocam, şimdi Paris’te çok Müslüman var. Sizin bazı ihtiyaçlarınızı yerine getirmeyi şeref sayarlar. Ben bir program yapıp, haftada bir gün size uğrayacak yedi kadar arkadaş bulabilirim” dedim. Buna karşı da teşekkür edip gülümseyerek “Herkesin kendisine göre işleri vardır” diye Türkçe cevap verdi. Anladım ki, hayatı boyunca müstağni yaşamış bu zata herhangi bir hizmet kabul ettirmek çok zor. İçimden, “Allah sizi kimseye muhtaç etmesin” diye dua ederek veda edip ayrıldım. Beş yıl kadar önce sıhhi sebeplerle Amerika’da akrabalarından birinin yanına gittiğini öğrenmiş, fakat, soruşturmamıza rağmen hakkında haber almamız mümkün olmamıştı. 2000 Mart’ında bilimsel bir toplantı vesilesi ile, o sırada görev yaptığım Malezya’dan, New York’a gittiğimde Fethullah Gülen hocamızı da ziyaret etme imkânı bulmuştum. Sohbet arasında ben Muhammed Hamidullah’ın bir görüşünü nakledince sözü kesip “Sahi,bu zatın hali nasıl acaba?” deyip, Paris’ten sormayı teklif etti. Ben, A.B.D.’de olabileceğine dair zannımı ifade ettim. “Paris’ten nerede olduğunu bilen bir arkadaş olamaz mı?” deyince ben: “Öyle zannediyorum ki, onun hakkında en iyi bilgi alacağımız zat, Salih Tuğ bey hocamızdır” dedim. Hemen telefonla aradım, cevap vermeyince İbrahim Canan bey’i bulup, ondan rica ettim. Bir saat içinde o, Salih bey’den aldığı telefon adresini ulaştırdı. Arayınca bize araba ile 1,5 saatlik yakın bir yerde olduğunu öğrenip çok sevindik. Ertesi gün veya öbür gün için randevu teklif edince, yeğeni: “Nihai olarak buradan ayrılıp Florida’ya göçmek üzereyiz. Yarın sabah erken hareket ediyoruz. Bu gece gelebilirseniz görüşebilirsiniz” dedi. Güneş batmak üzere idi. Her tarafın yarım metrelik karla kaplı olduğu ortamda Prof. Dr. Ş. Ali bey’le derhal bir jipe atlayıp yatsı vakti evlerine ulaştık. Fethullah Gülen hocaefendi, çok istemesine rağmen, sıhhi durumu müsait olmadığından bize refakat edemeyip değerli hediyeler yollamakla yetinmişti. Muhammed Hamidullah bey hocamızın yanında, Haydarabad’dan yıllık izinle gelen makina mühendisi yeğeni, 65 yaşlarında tahmin ettiğim Abdürrahim bey ile onun Philadelphia Temple üniversitesinde doktora yapan kızı Sedide hanımefendi vardı. Hocamıza bu fedakâr ve dindar yeğeni hizmet ediyormuş. Üstad, fizik olarak, kendisini en son gördüğüm sekiz yıl öncesine göre hiç değişmemişti. Fakat beyin felci geçirdiğinden yatar vaziyette olup konuşamıyordu. Mütebessim mübarek çehresi pırıl pırıldı. Sadece yüzünü gören, hasta olduğu intibaına kapılmayabilirdi. Yarım saat kadar oturduk. Tarihi bir hatıra ve belge olur düşüncesiyle fotoğrafını almak istediğimizde, Sedide hanım, “Rızası yok. Başka çok akrabası arasında benim evimi tercihinin sebebi, prensipleri konusunda bana çok güvenmesidir. Kusura bakmayın!” dedi. Biz de anlayışla karşılayıp veda ettik. Böylece, yıllar sonra, hesapta olmayan bir tarzda hocamızı ziyaret etmek nasip oldu. Hakkında yazacak çok şey olmakla beraber, bu makaleyi daha fazla uzatmayıp burada noktalamak istiyorum. Hicri hesapla 97 yıllık ömrünü dolu dolu geçiren ilim, amel, ihlâs ve fazilet âbidesi üstadımıza Mevla’dan, Rahmaniyetine lâyık genişlikle rahmet-i vâsia diliyor, İslâm’a ve Müslümanlara hizmetlerinden dolayı, onun sa’yini meşkur edip kendisini mükâfatlandırmasını umuyor; yakınlarına, öğrencilerine, bütün İslâm âlemine taziyetlerimi sunuyor, Cenab-ı Allah’tan ona hayrulhalef olacak manevi vârisler halk etmesini niyaz ediyorum.
|
مقالات حول مضمون هذه المقالة | ||||||||
|