|
![]() |
Makale Yazarına ait | Kitaplar | E-Kitaplar | Makaleler | Hakkındaki Makaleler |
Yazara ait kitaplar | |||||
|
Yazara ait e-kitaplar | |||||
|
Yazar Hakkındaki Tanıtım Makaleleri | |||||
|
Özeti |
Üstad Bedîüzzaman Saîd Nursî de i'cazı her yönü ile anlatmaya çalışmış, nazım ve belagat cihetinin yanında, bilhassa câmiiyyet, şebabet, beşer ihtiyacına kifayet, fennî keşiflere dair ihbarat yönleri üzerinde de durmuştur. Fakat biz bu yazıda onun, i'cazı anlatırken kullandığı kendisine mahsus bir üsluba ve diyalektiğe dikkat çekmek istiyoruz. Asrımızda yaşayan Müslümanlar, Türk, Arap, Acem.. bütün Müslümanlar bu üsluba oldukça muhtaç görülmektedirler. Zira Kur'ân'a dair çok şüphe ortaya atılmaktadır. Öyle ki onun i'cazı bir tarafa, Allah katından geldiği meselesi bile inkâr edilmekte, bu hususta mü'minler arasında birtakım şüpheler kasıtlı olarak yayılmaktadır. |
Yayın Bilgileri | ||||||||||
|
Makale Metni [Yazdır/Print] |
Kur’ân’ın Allah Kelamı Olduğunu İspatta Bediüzzaman Said Nursi’nin Orijinal Bir Usûlü Bu meydan okuma (tehaddi) gerek Asr-ı Saadette, gerek o asırdan beri günümüze kadar devam eden zaman boyunca cevapsız kaldığından Kur'ân'ın i'cazı ortaya çıkmıştır. İ'caz ile meşgul olan âlimlerimiz onun mucizevî özelliğini, esas itibariyle belagatinde aramışlardır. Belagat, hâlin gerektirdiğine uygun söz söylemek demek olup, güdülen maksada, en etkili bir ifade ile ulaşmayı hedefler. Beliğ kelamın özelliklerini ortaya koymak için 'Beyan', 'Bedî', 'Meânî' ilimleri geliştirilmiş, kelamlar bu ilimlerdeki kıstaslara göre değerlendirilmişlerdir. Fakat belagatin geçerli sübjektif kıstasının, zevkedilip anlatılması zor olan bir özellik olduğunu unutmamak gerekir. Daha önceki dönemde, Kur'ân'ın belagatini anlama işinde Arap olmayanlar Araplara istinad ediyorlardı. Yani diyorlardı ki Her ne kadar biz Arap Edebiyatına vakıf değilsek de Kur'ân'ın Arapça kelamlar içinde eşsiz olduğu ve onun ifade tarzına, üslubuna ulaşan bir kelam bulunmadığı Araplarca bilinmekte ve anlaşılmaktadır. Fakat şimdi Araplar da edebî zevkten, Arap dili ve belagatının imkânlarından, Arap ifade üslûplarından uzaklaşınca Kur'ân belagatini takdir etmekten aciz olduklarını söylemektedirler. Hatta bu sebepten ötürü, Kur'ân'ın i'cazını anlamanın başlıca yolunun, ondaki gaybî haberleri, fennî keşiflere yapılan işaretleri de göz önünde bulundurarak zamanın bütün kitapları aşındırmasına rağmen Kur'ân'ı eskitemediğini görerek, bu harikulade vasfın, ancak Allah'ın vahyedilen kelamı olmasıyla izah edilebileceğini göstermek olduğunu söyleyen birçok Arap görmüşümdür. Bu fikre büyük ölçüde benim de katıldığımı ifade etmek isterim. Üstad Bedîüzzaman Saîd Nursî de i'cazı her yönü ile anlatmaya çalışmış, nazım ve belagat cihetinin yanında, bilhassa câmiiyyet, şebabet, beşer ihtiyacına kifayet, fennî keşiflere dair ihbarat yönleri üzerinde de durmuştur. Fakat biz bu yazıda onun, i'cazı anlatırken kullandığı kendisine mahsus bir üsluba ve diyalektiğe dikkat çekmek istiyoruz. Asrımızda yaşayan Müslümanlar, Türk, Arap, Acem.. bütün Müslümanlar bu üsluba oldukça muhtaç görülmektedirler. Zira Kur'ân'a dair çok şüphe ortaya atılmaktadır. Öyle ki onun i'cazı bir tarafa, Allah katından geldiği meselesi bile inkâr edilmekte, bu hususta mü'minler arasında birtakım şüpheler kasıtlı olarak yayılmaktadır. Kur'ân'daki mevzuların beşerî eserlerdeki konulara benzemesi, ondaki ifade tarzlarının beşerin ifadeleri gibi olması, objektif ve önyargısız bakılması halinde bunun böyle anlaşılacağı, hatta anlatımda zaman zaman insicamın kaybolduğu, konudan konuya geçildiği, netice itibariyle insanlardan nice akıl, fikir ve ilim sahiplerinin de Kur'ân'ın Allah kelamı olduğunu kabul etmedikleri, hatta çok Müslümanların da İslâm'ın istediği tarzda Kur'ân'ın ulviyetini anlamayıp şüpheler içinde yuvarlandıklarını ileri sürmektedirler. Bu sualler şeytanın, 20. asırda yaşayan Müslümanların, genel olarak tüm insanlığın önüne koyduğu tuzaklar olup gerçekten birçok kimse, bu suallerin ağırlığı altında ezilmişlerdir. Fakat Üstad Bedîüzzaman, bu sualleri öylesine tahlil edip ele almıştır ki onların tutarsız olan taraflarını ortaya koymuş; gerçek sual olmayan, tuzak sualleri tersine çevirerek, şeytanın kemendini kendi başına dolamıştır. Neticede şeytanın, i'cazı reddettirmek için vasıta yapmak istediği o soruları, Kur'ân'ın Allah kelamı olduğunu ispata götüren yollar haline getirmiştir. Ayrıca bunlar dil ile ilgili konular olmadığından, Arapça bilmeyi gerektirmediğinden, konuları kavramayı her dilden insana mümkün kılmıştır. Bu sual ve cevaplar onun başından geçen bir hayalî vakada cereyan ettiğinden, yaşanmış bir tecrübe kuvvetini ve heyecanını da dile getirdiğinden, oldukça etkileyicidir. Camide huşu içinde Kur'ân dinlerken şeytan bu şüpheleri, suret-i haktan görünerek ufaktan ufağa ilka etmiş, cevaplarını aldıkça sepetindeki bütün pamukları dökmüş, sonunda süklüm püklüm uzaklaşmıştır. Şeytanın vesvesesini reddetmesinden hemen sonra, yapılan tartışmayı mücmel olarak Lemeat'da yazdı. Öyle anlaşılıyor ki istifade edenin daha yaygın olması için bu sefer biraz daha tafsilatlı olarak, on yıl sonra, yazdıklarını genişleterek istifadeye sundu. Bunları müellif, soru cevap tarzında şeytanla ciddi bir tartışma suretinde yazmıştır ki bunun, ilgi çeken, şevk veren bir üslup olduğu malumdur. Şimdi bunu bir değerlendirme şekline dönüştürüp monoton bir tarzda benim endirekt bir üslupla anlatmam sıkıcı olacaktır. Bilindiği üzere okuyucuların ilgisini çekmek için monoton bir fikir serdi, zaman zaman yazarlar ve hatipler tarafından sual-cevap haline getirilir. Bu konu ise, zaten aslında sual-cevap tarzında te'lif edilmiştir. Onun için ben endirekt üslup yerine, direkt üslubu kullanacağım. Sadece özetleyip sadeleştirmekle yetineceğim. Ta ki tartışma heyecanını değerli muhataplarım seyretme imkânı bulabilsinler. Şeytan şöyle dedi: Keza Kur'ân muazzam bir eserdir. Kâinatın Yaratıcısı'na layık bir açıklamadır. On dört asırlık tecrübe de bunu göstermiştir. Zira ona uyanlar manen ve maddeten yükselmişlerdir. Böyle olunca ve bizim ferdî gözlem ve değerlendirmemiz de genel kanaate uyuyorsa, bu taraf ağır basmalıdır. Gerekçesi olmaksızın, olumsuz tarafı tutmak menfiliktir, münkirliktir. Faraza ona layık olmayan yönler bulunursa, ancak o takdirde, bu delil değerlendirmeye katılmalıdır. İşte bir kere de böyle yapınca, göğe layık olan ve gökte bulunan yıldızı yere indirdikten sonra, bütün deliller kuvvetinde bir tek kuvvet lazımdır ki onu semaya yerleştirebilsin. Bu da âdetâ imkânsız bir şeydir. Şeytan: Hem ortası yoktur. Zira varlık ve yokluk gibi iki zıttır. Öyle ise Kur'ân için el sahibi (zilyed) Allah'ın tarafıdır. Öyle ise O'nun elinde bırakılıp öylece isbat delillerine bakılır. Eğer öteki taraf onun kelâmullah olduğuna dair bütün delilleri birer birer çürütürse ancak o zaman elini ona uzatabilir! Yoksa uzatamaz. Heyhat! Binlerce kat'i burhanların mıhlarıyla Arş-ı Azama çakılan bu pırlantayı, bütün münkirler bir araya gelse bile ellerini uzatıp oradan ayıramazlar. [Çok kişi tarafından taşınan bir yükü, meselâ bir tabutu götürenler pek ağırlık hissetmezler. Her biri parmağının ucunu dokundurması ile tabut havada gider. Fakat tabut yere indikten sonra, güçlü de olsa bir kişinin kuvveti onu kaldırmaya yetmez.] Şeytan dönüp dedi: Hz. Musa (as)'ın, Tur-i Sina'da işittiği Kelâmullah tarzında olsa idi, beşeriyet onu dinlemeye tahammül edemezdi. Keza işlerinde, ihtilaflarında O'na başvuramazlardı. Üstad Bedîüzzaman ise, şeytanın bu silahını onun aleyhine döndürüyor Bizim anladığımız, konuştuğumuz manada kelâm olmayacak ne demek Elbette olacak! Ya ne zannediyorsun. Böyle olmazsa asıl o zaman eksiklik olurdu. Kur'ân sadece okunup dinlenen bir nağmeden ibaret değil, hakikatleri insanlara ders veren bir kelamdır, bir kitapdır diye susturuyor. Şeytan yine dönüp dedi ki: Salisen Kur'ân'ın beşer kelamı olduğunu farzetmek, tesirleriyle insanlara hayat ve mutluluk veren bir eserin etrafını almış bulunan dikkatli, meraklı, üstün zekaların senelerce inceledikleri halde hiçbir yapmacık göremediklerini kabul manasına gelir ki mümkün değildir. Çünkü bu meselenin ortası yoktur Kur'ân ya Arştadır, yahut yerdedir. Arştan düşerse ortada kalmaz. Yerdeki en sahtekâr birinin en düzmece bir uydurması saymak gerekir. Yüz derece şeytanlıkta ileri gitsen bile, bozulmamış hiçbir aklı kandırıp bu iftiraya inandıramazsın. Sıradan kimse Arapça binlerce kitabı ve Kur'ân'ı okuyup dinledikten sonra Kur'ân hiçbirine benzemiyor, ya hepsinin dunundadır veya fevkindedir. Altında olduğunu düşmanları bile iddia edemediğine göre, hepsinin üstündedir. İşte ilm-i usul ve fenn-i mantıkça, sebr ve taksim denilen en kat'i hüccetle deriz ki Kur'ân ya Rabbülalemin'e yakışan kelamdır, yahut ahlâksız, Allah'tan korkmaz, insanlardan utanmaz birinin düzmesidir. Geçen delillere karşı sen bunu diyemedin ve diyemezsin. Öyle ise Rabb'imizin kelamıdır. Çünkü bu işin ortası yoktur, ortası olması da imkânsızdır. Kur'ân ve Hz. Muhammed (sav) aleyhinde bu iddiayı ileri sürecek kimse çıkamaz. Avrupa filozofları ve Asya münafıkları bile diyorlar ki Muhammed çok akıllı idi, güzel ahlâklı idi. Mademki bu mesele iki şıkka münhasırdır ve madem ikinci şık imkânsızdır, madem bu meselenin ortası yoktur. Öyleyse Kur'ân Kelâmullah, Muhammed (sav) Resulullahtır. Bkz. Mektubat, 26. Mektup, I. Mebhas.
|
Bu Makaleye Ait Eleştiri Makaleleri | |||||
|